Bugüne değin Edith Piaf ve hayatına girenlerle ilgili onlarca yazı okumuşumdur, La Mome'u 2 kez izlemişimdir, Whatsapp iletimi La Vie En Rose'dan bir cümleyle taçlandırmışımdır; fakat annesi Annetta Giovanna Maillard'ın, kendisini 3 yaşındayken büyükannesine bırakıp, İstanbul'a geldiğini, İstanbul'da senelerce gazinolarda şarkı söylediğini, ve akıbeti bilinmese de yüksek ihtimalle İstanbul'da öldüğünü (bir rivayete göre de tutunamayıp birkaç yıl içinde Paris'e dönmüş) öğrenmem bugüne rastladı. Piaf'ın annesiz büyüdüğü epey bilinen bir gerçektir, hatta kız kardeşinin, onun hayatını anlattığı kitaptaki en vurucu cümlelerden biridir "Annesiz yaşamış Edith'in, şimdi bir sürü annesi var" cümlesi; lakin bu annenin İstanbul'a gelmiş olması, benim adıma şaşırtıcı oldu. Edith Piaf ve İstanbul'a dair bir kesişim ortaya çıktığı için mi? Tıpkı James Baldwin'in 2 yıl İstanbul'da yaşadığını, hatta bir kitabını, arkadaşları olan Gülriz Sururi ve Engin Cezzar'ın evinde yazdığını öğrendiğimdeki gibi bir şaşkınlıktı bu.
Belki bu denli sevilen, saygı ve hayranlık duyulan kişileri yüceltmekten, belki de yaşadığım ülkeyi önemsiz görmekten olacak, ne yazık ki bu tarz şeyler beni, aşağıdaki karikatürdeki adam kadar heyecanlandırabiliyor. O yüce insanların, benim tırt ülkemle bir alakası var! (Hayır yaşadığım ülkeyi seviyorum aslında, dünya genelindeki imajından ve bilinmezliğinden bahsediyorum). Tıpkı, yurt dışında tanışılan birine nereli olduğunu söylediğinde boş gözlerle bakmaması gibi; mesela Châtelet'ten St. Michel'e aktarma yapacağımızda line'ı danışmak için konuştuğumuz, ve über bir sempatiyle bizle muhabbete giren, nereli olduğumuzu soran yağız Fransız delikanlısı ismini unuttuğum abimizin, İstanbul'a gelip 1 hafta bir yatta kaldığını, yattan çok nadir inse ve bunun az bir kısmını ayık geçirse de, İstanbul deyince eğlenceli anılarının canlandığını ve mutlaka bir daha -bu defa ayık gezmek üzere- gelmek istediğini duyduğumda sevinmem gibi. Tanınıyor, biliniyor yalnız ve güzel ülkem; insanlar haberdar, bizim onları takip ettiğimiz, haberdar olduğumuz kadar!
Sanırım bugüne dek en çok Türk lafı geçen yabancı dizi, Downton Abbey olmuş olabilir. O da elbette 1. Dünya Savaşı döneminden başladığından, ve o dönemlerde Osmanlı-ve yeni kurulan Türkiye'nin, şu ankine göre çok daha kilit bir rol oynamasından olacak. Osmanlı dönemlerinde, Avrupa genelinde bilinen, ve çoğu kimse tarafından özenilen oryantalist kültürümüz, yüzyıllar geçtikçe arada kalmış, batılı olmaya çalışan ama onu da tam olarak olamayan, böyle garip, ortaya karışık bir hale büründü. Dolayısıyla, ne eski dönemlerdeki gibi Osmanlı denince kafalarda belli bir imaj oluşacak kadar teklik veya bilinirlik var, ne de bizim örneğin İtalyan mutfağına, filmlerine, Fransız kültürüne, müziklerine duyduğumuz özenç gibi, herhangi bir ülkede genel bir beğenilirliğimiz var. Ha Luxemburg gibi bir ucundan bir ucuna gitmenin yarım saat sürdüğü ülkede bile 2 tane kebapçı bulabiliyorsunuz, sanırım mutfağımız beğeniliyor da; mecbur kaldığı için değil, gerçekten araştırdığı, merak ettiği için Türkiye'ye Erasmus'a gelen, yurt dışında Türkiye kültürünü araştıran, müziğimizi dinleyen, dilimizi öğrenmeye çalışan kaç insan vardır (elbette yok değildir de) merak ediyorum.
Vatanına-milletine sarsılmaz bir bağlılık taşıyan, süper bir ülke olarak gören, onla gurur duyan biriyim diyemiyorum. Seviyorum ülkemi dediğim gibi, çünkü burada doğdum, burada büyüdüm, arada birçok farklı ülke deneyimleme şansım olsa da 1'er 2'şer haftalığına, %99 alışkanlıktan yine "ilerde muhtemelen burda yaşarım yeaa" diyorum. Bir yeri bir yer yapan, içindeki insanlar olduğuna göre, benim Türkiye'de kalmak istememin sebebi de içindeki insanların bir kısmı, gitmek istememin sebebi de içindeki insanların diğer bir kısmı. Dolayısıyla, aslında hepimizin über insanlar olduğumuzu düşündüğüm için değil bu "dünya bizi tanısın, sevsin" isteğim, hayatımın bir değeri yokmuş gibi hissettiren ülkemin bir değeri yokmuş gibi hissetmek istemediğim için. Bir gün bu dünya'da fark yaratabilecek potansiyeli -ne olursa olsun böyle bir inancım var evet- taşıyabileceğim, ve o gün geldiğinde, atıyorum Nobel'imi alırken "bu kadının ülkesi neresi böyle yeaa, nerde kalıyo bu şimdi Avrupa mı Asya mı, nası bi yer, Arap mıydı bunlar" denmesin diye. Sırf bunun için evet. Kendi üzerimden ülkemizin adını duyurucam sevgili arkadaşlar, ben duyurana kadar siz de imajı toparlarsanız dünya genelinde pls ltf tsk. (Tüh be fena gitmiyodum sanki buraya kadar, niçin hiçbir yazıyı geyiğe bağlamadan tamamlayabilecek kadar ciddi bir insan olamıyorum? Şaka şaka geyik yapmıyodum da beni iyice narsist sanmayın diye kıvırıyorum. Şaka şaka cidden geyikti. Şaka şaka değildi. Şaka şaka. Naber?)
Yazıyı yazarken fonda çalan Edith Piaf playlist'imin sonuna yaklaştığımıza göre, yazıyı yavaş yavaş toparlamamın vakti geldi. Alakasız bi notla bitireyim madem;
Her boşluğa düştüğümde olduğu gibi yine "ben dövme mi yaptırsam yeaa, ama ne yaptırsam, ama böyle dövme yaptırmak için dövme yapılmaz ki, benim bişeyi bulup bunu dövme yaptırmam gerek demem lazım, ama ne yaptırcam ki, bütün bu yazının çıkış kaynağı aslında dövme örneklerine bakarken koluna Edith Piaf portresi yaptıran kadın üzerine yine Piaf'ı araştırmam oldu, onun bi şarkı sözünü mü yaptırsam, ama şarkı sözü yazdırmak çok klişe, bi ara La Vie En Rose'u düşünmüştüm gerçi, bi ara "Take a sad song and make it better" da düşünmüştüm ama o da yapılmış hem de Burcu'nun eski oda arkadaşı yapmış, ee napıcam alnımın ortasına E harfi mi yaptırıcam, Only God Can Judge Me mi yazdırıcam, kelebek mi yaptırıcam, Uğurcan'ın "deathly hallows" dövmesi de güzel aslında ama o da bi arkadaşımda olmuş oluyo işte, ee madem bu kadar aslında aklımda bişey yok niye dövme kasıyorum, ben her dövme yaptırmayı düşünene ya da yaptırana bin defa soran insan değil miyim "bi gün pişman olmıycağına eminsin demi" diyen, öyleyse pişman olma ihtimalimin yüksek olduğu çünkü şu an aklımda bile olmayan bir şeyi niye yaptırıyım" düşünce akışıyla savrulup duruyorum. Görüş ve önerilerinize açığım, ama çok yüksek ihtimalle 2-3 en yakınım olan insan dışında kimsenin önerisini dikkate almıycam çünkü çok sevsem beğensem de onu kendim bulmamış olduğum gibi alakasız birinden geliyo olcak ve beni ne kadar yansıtabilcek, demek ki görüş ve önerilere açık değilmişim, özür diliyorum, ama ya yakınım olmayan ama yine de beni yansıtan bişey bulan olursa, üff neyse hadi öptüm.
Edit(h): Ctrl+F yapıp ismini arayanlara özel not: Mina ve Atakan, bu yazıda isminiz geçiyo buyrun ehehe.