24 Aralık 2017 Pazar

Merhaba, yine ben!

Ben buraya onlarca yazı yazdım. Çok okudum; güzel şeyler okuyunca hep güzel şeyler yazmak istedim. Yazdım. Yalnız buraya yazmadım, buraya "dış dünyayla paylaşabildiklerimi" yazdım, gerisini her gece günlüğüme yazdım. Önce bir gece yurt odamda oturmuş eski günlüklerimi karıştırırken orada yazan olayların, hislerin ve insanların çoğunun  ne yazık ki artık benim için hiçbir anlam ifade etmediğini, ve o koca koca defterlerin benim için oradan oraya taşınan bir yüke dönüştüğünü fark edip, gözümü kırpmadan çöpe attım. Her akşam günlük yazmaya ayırdığım hatrı sayılır vakti en iyi bilen Mina; pişman olacağımı söyledi. Olmadım. Sonra buraya yazmayı bıraktım. Burası ile ilişkim daha farklı nedenlerle bitti aslında; asla blog yazmayı bırakmaya karar vermedim. Burayı en aktif kullandığım 2013-2014 yıllarında blog benimle öyle bütünleşmişti ki; insanlar beni yazdığım blog'la biliyor, yolda karşılaştığım çok da samimi olmadığım okuldan bir arkadaşım "dünkü yazını beğenerek okudum, ellerine sağlık" diyor; günümü şenlendiriyordu. Blog benim için, hayallerimi, düşüncelerimi, hislerimi, anılarımı anlatabildiğim başka bir en yakın arkadaş olmuştu; üstelik daha da iyisi bu arkadaşım aracılığıyla iyi tanıdığım, az tanıdığım veya hiç tanımadığım insanlar yazılarımı, aklımdan geçen herhangi bir şeyi okuyup, ortak payda çıkardığı veya sadece çok beğendiği için yazıyor, böylece yeni bir sohbet ortamı doğuyordu. Sonra hayatıma, tüm bu düşüncelerimi ve hayallerimi, günlüğüm kadar rahat paylaşabileceğim, bazen kendime bile olmadığım kadar dürüst olabildiğim bir adam girdi. "İşte buraya yazmamamın suçlusu o adamdır" diyeceğim, lakin buraya devam etmem için öyle çok ısrar etti ki, dilim de varmıyor. O hayatıma girdikten sonra yalnız 2 kez daha yazmışım. Son yazımda bir yerde "La vie en rose"dan bahsetmişim, başka bir yerde de Paris'teki bir anımdan. O yazıyı yazdıktan yaklaşık 1 yıl sonra sevdiğim adamla el ele Paris sokaklarında dolaşacağımı bilmiyordum elbette. Ondan da bir yıl sonra; La vie en rose çalarken, düğünümüzde yine o adamla hayatımızın en mutlu dakikalarında dans ediyor olacağımızı bilmiyordum.

Blog'umu tekrar oturup tamamen okumadım, ama onu da yapacağım. Hem kendiminkini, hem de şimdiye kadar 2 blog'unu da hali hazırda baştan sona okumuş olduğum Burcu'nun blog'ları da tekrar elimden geçecek. Çünkü Burcu'yu çok özlüyorum, ve bu blog'u yazan kendimi de çok özlüyorum. Bu blog'u yazan Cansu'ya dair, düzenli yazı yazması dışında, hiçbir şey şu anki Cansu'dan daha iyi değildi. Hatta ben o Cansu'nun hayal ettiğinden bile daha iyi bir konumdayım diyebilirim. Ama özlüyorum. Çünkü hayallerine ulaşmak ne kadar doğal olarak son derece haz verici olsa da, hayallerine ulaşmanın kötü bir yanı; artık kuracak daha az hayalinin kalması demektir. Daha 24 yaşımda bile değilken kalkıp "hayatta hayal edebileceğim her şeyi yaşadım, gördüm geçirdim, bitti" diyecek değilim; zira elbette ki herbir ulaştığın hayal, yeni hayallerin kapısını açıyor da; en temelde yer alanları gerçekleştirmenin hem gururunu, hem de heyecanını tüketmenin üzüntüsünü yaşıyorum. Bu blog'un ilk zamanlarında "hangi mesleği seçeceğine karar vermeye çalışan" Cansu'yu özlüyorum mesela, çünkü şu anki Cansu çoktan mesleğini seçti, mezun oldu, mühendislik diplomasını alıp yurtdışına aynı alanda master yapmaya bile gitti. Yine bu blog'un bir yerlerinde "aslında hiç gerçek anlamda aşık olmadığından dem vuran Cansu"yu da özlüyorum; çünkü şimdiki Cansu hayatının aşkını buldu, 3 muhteşem yılın ardından onunla evlendi, 4.5 aylık "evli barklı" oldu bile. "The one'ı bulma", romantik evlilik teklifi, düğün, gelinlik, ilk ev, evliliğin cicim ayları, balayı gibi şeyler de benim için çoktan deneyimlenen ve hatta bazısı epey geride kalıp flulaşmaya başlayan anılar oldu bile. Bu muhteşem bir şey, bugün kendimi bu denli tatmin olmuş, mutlu ve huzurlu hissediyorsam bu yollardan geçtiğim, saçmasapan kalp kırıklıklarının, kafa karışıklıklarının, romantik komedi izlerken "böyle aşkı yaşayamacağının yarattığı iç sıkıntısının" bittiğindendir. Fakat insanın hayatında ancak bir kez yaşayabileceği şeylerin bir kısmını da çoktan yaşamış olmanın da hafif bir burukluğu oluyormuş. Yine de olsun elbette.

Ben bu blog'u yazarken, hiçbir zaman "birileri okusun" diye yazmadım; ama hiçbir zaman "kimse okumasın" diye düşünerek de yazmadım elbette. Kimse okumazsa yine günlük de yazmaya dönmüş olabilirdim; hem de bir şekilde blog'umu okuyup, sohbet ettiğim ve samimi olduğum insanlara nasıl ulaşırdım? Sevgili Hazal, blog'umu en sıkı takip edenlerden biri olduğunu biliyorum, 1 yıldan uzun bir zaman önce bana blog yazmayı neden bıraktığımı sormuş ve yazmaya dönersem haber vermemi istemiştin; bunu yayınladığım an sana mesaj atacağım, şu anda da hali hazırdan haber verildiği için bu satırları okuduğun için bu cümle epey saçma oldu, ama neyse artık. Ve Damla, elbette sen bu satırları okurken çoktan sana haber vermiş olacağım :)

Blog yazmaya dönmekle ilgili blog yazmaya dönmek hiç içime sinmedi, madem buraya kadar geldiniz, birkaç anı da serpiştireyim şuraya madem. Öncelikle, yine 2015'te yazdığım son blog post'umdan alıntı yapmak istiyorum. "mecbur kaldığı için değil, gerçekten araştırdığı, merak ettiği için yurt dışında Türkiye kültürünü araştıran, müziğimizi dinleyen, dilimizi öğrenmeye çalışan kaç insan vardır (elbette yok değildir de) merak ediyorum."  demişim. Öncelikle, Universität Hamburg'da yüksek lisans yapmaya başladım ve uluslararası öğrencilerin Almanca veya başka dillerde pratik yapmaları, karşılığında da kendilerinin iyi konuştuğu dilleri öğretmeleri için "tandem learning" diye bir program geliştirmişler. Yani ben Almanca pratik yapmak istiyorum ve anadilim Türkçe, bu yüzden de beni; Almanca öğretmeye gönüllü olan ve Türkçe öğrenmek isteyen biriyle eşleştiriyorlar. Ben de bu programın tanıtım panelinde söz hakkı isteyip; "Türkçe öğrenmek isteyen bir Alman bulmam sanıyorum ki çok zor; benim durumumda olanlar için İngilizce öğretmeye gönüllü kayıt olmamızı mı önerirsiniz, yoksa anadilde kayıt olmak zorunda mıyız" gibi bir soru sormuştum. Sunumu yapan kadın, İngilizce kayıt olmamın daha yerinde olacağını söylerken, başka bir Alman kız söz hakkı isteyip "Ben karşılığında dil öğrenmem gerekmeden de Almanca öğretmeye gönüllü olabilirim" dedi. Panel bitti, mevzubahis kız yanıma gelip telefon numarasını verdi. O gitti, tanıdığım en Alman tipli Alman başka bir kız daha gelip kırık dökük ama düzgün kurulmuş  Türkçe cümlelerle "merhaba, ben çok az Türkçe biliyorum, ama geliştirmek istiyorum, tandem partnerim olur musun" dedi. Yine ayak üstü numara alışverişi olduğu için "neden Türkçe bildiği ve Türkçe'sini geliştirmek istediğini" soramadım, ancak sorumun cevabını bölümden başka bir Almandan aldım. Efendim, bu Almanlar artık 3. nesil Türklerle yaşadıkları için, "Almanya'da yaşayan Türkler" çoğu için sorun veya yük değil, hayatlarının bir parçası olmuş. İşte böyle gören bu tatlış insanlar da "yahu bu insanlarla yaşıyoruz, bunların dili de ilgi çekici duruyor, biraz öğreniyim" diyorlarmış. Çoğu daha çok en yakın arkadaşı, sevgilisi vs. Türk olduğu için hem ona şirinlik olsun, hem de kültürünü daha da iyi tanıma fırsatı olsun diye girişiyormuş bu işe. Bu son derece şaşırtıcı, ancak çok mutlu eden bilginin ardından "acaba Türkçe dışarıdan nasıl duyulan bir dil" merakımın da cevabını almış oldum. Türkçe sahiden de kulağa kaba veya çirkin değil, son derece melodik gelen bir dilmiş. 24 kişilik bölümde 3 Türk olduğumuz ve lab gruplarımızı seçmemize izin verildiğinden beri 3 Türk, veya iki kişi olduğumuzda 2 Türk çalıştığımız için, lab'da İngilizce ve Almanca'dan sonra en çok konuşulan dil Türkçe oluyor. Haliyle arkadaşlarımız epey Türkçe'ye maruz kalıyor, sonra topluluk içinde Türkçe konuştuğumuz için özür diliyoruz ama çoğundan "hayır hayır, sizi dinlemek çok zevkli, çok melodik geliyor", "hayır önemli değil, Türkçe konuşmanızı dinlemek istiyorum, hoşuma gidiyor" gibi yorumlar alıyoruz. E insan mutlu oluyor haliyle. Ben de Fransız arkadaşımın, memleketiyle ilgili bir şey anlatırken kullandığı Fransızca kelimeleri ağzımın suyu akarak dinliyorum mesela. Zevk meselesi işte. Geldik mi yine La vie en rose'a? 

Şu an aniden, artık yazdığım blog'u okuyup, koridorda bana "dün akşam yazını okudum" diyebilecek insanlarla okumadığımı fark ettim, ve bu da ciddi bir mutsuzluğa neden oldu. Sanki yabancı arkadaşlarımla günlük yaşamda, kendi kültürümüze dair anlattığımız ilgi çekici veya komik detaylar hariç mevzusu bile geçmeyen "nereden geldiğimiz" konusu tüm gerçekliğiyle aramızda bir duvar oldu. Evet, 3 kişi kampanya öyle olduğu için 6 kilo meyve aldığımızda "danaya girmek" esprisi yapamadığım veya bazı esprileri, anıları İngilizce'ye çeviremediğim, çevirsem de "lost in translation" kurbanı oldukları için üzüntü duyuyordum ama; şu an yazdığım blog'u, Facebook anasayfalarına düşse dahi okuyamayacak, anlayamayacak olmalarını bilmek; sanki beni asla yeteri kadar, örneğin bölümdeki diğer 2 Türk arkadaşım Hasibe ve Yağmur kadar, tanıyamayacaklarını düşündürdü. Üzüldüm.

Yine de yurtdışında yaşamak şahane, hayatımın en huzurlu ve mutlu 3 ayını yaşadım; Sabancı'yı, arkadaşlarımı ve elbette ailemi özlemek dışında bir sorunum yok. Bu yazdıklarım yurtdışına yerleşmemin bir sonucu gibi duruyor amma ve lakin öyle değildir; zira özlediğim arkadaşlarımdan ikisi hariç hepsi zaten yurtdışına (hatta ikisi benimle aynı ülkeye) yerleşti, Sabancı'dan zaten mezun olmuştum, ailemden ise 5 yıldır zaten uzaktaydım ve özlüyordum. Yani mezun olup İstanbul'da kalsam yine hayatımdaki bu mutsuzluk sebepleri olacaktı, bir de üstüne, işte ne bileyim uzun uzun yazıp nazar değdirmek istemiyorum zira bu ara sürekli elimi kesmek, iki farklı olayda elimi yakmak, saçma kazalara kurban gitmek gibi şeyler yaşıyorum ve evet nazara inanıyorum. Bak nazarı da açıklayamazsın kolay kolay yabancı arkadaşına. Neyse ben bunu demiyordum, İstanbul'da kalsaydım bir de üstüne Hamburg'da yaşamıyor olacaktım diyip bitireyim. 


Ben eskiden hep konuyla ilgili görsel veya karikatür koyardım; bu da bu yazınınki olsun.