28 Ocak 2014 Salı

Oh la la

Bir insanın sahip olabileceği en büyük lütuf, küçük şeylerden mutlu olabilmesi, bunu zaten herkes biliyor. Artık kimsenin benim kadar gülmediği bir şeye çok gülmeyi, kimsenin benim kadar mutlu olmadığı bir olaya çok mutlu olmamı yadırgamıyorum, illa bir ortak aramıyorum kendime. Ben, yanımda oturan hiç tanımadığım insanın uzattığı bir parça çikolatanın arkasındaki incelikten dolayı bile, gün boyu mutlu kalabiliyorum. Yolda yürürken aynı hizada karşı karşıya geldiğim insanla, birbirimize yol vermeye çalışırken aynı taraflara çekilip, 3-4 denemede anca kitlemeden geçebildiğimizde de kahkaha atıyorum, karşımdaki ifadesiz geçip gidebilirken. 5 arkadaş, methini hepimizin duyduğu, Mina ve ben hariç üçünün, yani Gizem, Meryem ve Esma'nın daha önce pek çok kez gittiği J'adore'a gittik 2 hafta kadar önce. Daha doğrusu, J'adore'da oturacak yer olmadığından, sahiplerinin de aynı olduğu bu yüzden aynı menünün geçerli olduğu La Fontana'da oturduk. Sadece bulunduğum yerden dolayı da mutlu olabiliyorum ben işte. Ve ne mutlu ki, daha önce defalarca oraya giden arkadaşlarım bile mutluluğuma ortak olabildi. Ortamın sıcaklığı ve naifliği, kendi çikolatalarını yaparak ürettikleri, aynı anda hem sufle hem fondü yiyormuş lezzeti veren, adı bile şirin mi şirin "Oh la la beatrice", girişte bir kavanozda gelen gidene ikram etmek için hazır bulunan çikolatalar, masalardaki "çiçeklerin koparılmaması ve kulağa takılmaması rica olunur" notlarından bu olayın 60 küsur yıldır ne kadar çok yaşandığını görmek, fonda La vie en rose (Ah, La vie en rose, bütün efsanevi aşkların fon müziği. Spoiler olmasın diye bişey demiyorum da, bi dizinin bu hafta yayınlanan bölümünde bu özelliğini tekrar kanıtladı) ve minvalinde şarkılar çalınması, ve bütün bu güzel ortamın İstanbul'da bulunuyor olması saatler boyu kendi kendime gülümsememe yetti. Sadece bir kafe, bir tatlı ne kadar mutlu edebilir ki insanı? Beni etti işte.


Şirinlik, naiflik demişken, birkaç gün önce çok tatlı bir film izledim; The Science of Sleep diye. Ben uyku ve rüya üzerine, yarı bilim-kurgu yarı fantastik bir film beklerken, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Jeux D'enfants gibi, hem psikopatça hem de pamuk şeker tatlılığında bir film çıktı. Zaten, filmi de Eternal Sunshine of the Spotless Mind'la aynı kişi, Fransız yönetmen Michel Gondry yönetmiş. Bu arada; tatilin başından beri The Great Gatsby, The Science of Sleep, Sleepless in Seattle, Sweet November (daha ilk kez izledim evet) ve Despicable Me (bunu 2. kez izledim) olmak üzere 5 film izlemiş, baştan sonra Pinhan'ı okuyup bitirdim, şimdi Madame Bovary'yi okuyorum. Üstüne de, LOTR, Star Wars, Harry Potter filmleri arasında, hangi hafta hangisinin 2.-3. kez maratonunu yapsam diye düşünüyorum. Tatil ne güzel şey.

Tatilde evde otururken, paspal olmayı seviyorum. Evet, hem de özellikle. 3-4 gün dışarı çıkmadan evde olduğum periyodları itinayla pijamayla geçiriyorum, ojelerimi silip, günlerce saçım toplu geziyorum. Adeta kendime bakmayınca, daha bi salmış bu yüzden daha bi dinlenmiş hissediyorum. En paspal kıyafetlerimi seçerken de bugün, neden bunları aldığımızı düşündüm. İnsanın dolabında normal kıyafetlerinin yanında bol eşofman, renksiz kıyafetler varsa, bi dönem paspal olmak istiyo demektir. Bi tercih bu, bilerek isteyerek "ben şık olmak istemiyorum" tercihi. Niye alıyoruz bunları? Ve hatta daha derine gidiyim, çok zevksiz, ne bileyim mor üzerine sarı puantiyeli, iğrenç çingene pembesi cırt gömlekler, saçma sapan çiçek desenli elbiseler neden üretiliyor mesela? Kime hitap ediyor bunlar? Bunları alan insanlar, gerçekten güzel olan kıyafetleri kötü mü buluyor mesela? Kitsch nedir, neden vardır?
Selin'in, Urfa'da çektiği bir fotoğraf. Neden klişe yaşlı teyze elbisesi diye bişey var, onlar için de farklı şeyler üretilse?
O değil de, ben lisede 4 yıl ve üniversitedeki şu 1,5 yılımda, saçlarım hep düz gezdim. Hep ama. Hadi yazın tabi ki sürekli duş alınca mecbur doğal saçımla takılıyodum da; onun dışında  5,5 yılda anca 5,5 gün falan dalgalı saçla okula gitmişimdir. Hayır saçım dengeli ve düzenli bi dalgalı olsa, ben de manyak mıyım habire fön çektiriyim, düzleştiriyim; lakin bi yıkayışta Bihter fönüne taş çıkartcak cinsten güzel güzel kıvrılırken, bi yıkayışta saçımı süpürge etmişim, 200 V elektriğe maruz kalmışım gibi oluyor. Şimdi evdeyim ya ama mesela, kuaförde maşa yaptırmışımcasına düzgün her seferinde. Göt. Bi de kime "bak doğal saçım" diye foto yolladıysam "bu sana daha çok yakışmış" dedi; Mina'ya ilk gün fotoğrafı yolladığımdan beri bana her gün kendi fotoğrafımı Whatsapp'tan geri yolluyo ucuna kalpler falan ekleyerek. Bi de tabi onun saçı düz olduğu için, dalgalı saçları daha çok seviyo bence. Çünkü komuşunun tavuğu komşuya kaz. Bahçesindeki çimen de daha yeşil.

15 Ocak 2014 Çarşamba

Koskoca bir dönem / Bir dönem dediğin ne ki

Ve şaka maka dün koskoca 1 dönemi kapatıp geldim, eve döndüm. 1 ayda da olsa özlemişim, iniş için alçaldığımızı anons ederken "değerli misafirlerimiz, güzel İzmir'e kavuşmuş bulunuyoruz" diyen pilot kadar olmasa da. Gelir gelmez gece 4'e kadar oturup günlük niyetine Atilla'ya olan biteni anlatırken, 1 dönemde aslında ne çok şey olduğunu fark ettim. Öncelikle, toplam 8 ders verdim, maksimum 20 krediyi dolu dolu kullandım (tamam zaten standart 17'ydi). Arada 3 kez İzmir'e geldim. Bir tane güzel mi güzel Olimpos tatili geçirdim. Hepsinden önemlisi, konsere çıktım. Geçen seneye oranla kat be kat daha yoğun olsam da, çok daha fazla ders çalışsam da (zaten hazırlık anaokulundan sonra eğitim-öğretimin en rahat yılıydı, itiraf edelim), çok daha fazla gezdim, çok daha fazla eğlendim, çok daha fazla İstanbul'da yaşadığımı hissettim. Bütün bu yoğunluk ve yorgunluğu kendime zaman ayırmayla dengelemek için "time management"ta baya geliştim, 24 saati maksimum verimle kullanmayı öğrendim. Önceden tanıdığım pek çok insanı bu sene gerçekten "tanıdım", bazıları inanılmaz güzel bir sürpriz oldu çünkü çok sevdim, bazıları da hayal kırıklığı oldu. Bir sürü de yeni insan tanıdım bu dönem, onların da çoğunu çok sevdim, ne kadar hızlı hayatımın parçası olduklarını anlayamadan sıkı sıkıya bağlandım hep ordalarmış gibi; sonra sevdiklerimin bi kısmını da eskisi gibi sevmemeye başladım. 3 tane kocaman hata yaptım bu dönem, 3'ü için de bugüne kadar yaptığım tüm hatalarda dediğim gibi "yaşanması gerekiyormuş, deneyimmiş" dedim pişman olmamak için. Hiç istemediğim halde, birbirini hiç sevmeyen ama benim sevdiğim insanların arasında kaldım, alakasız olaylara bulaştım. Ama bunlardan da pişman olmadım bak mesela, eskiden sevdiğim insanların arası bozuldu mu, arada kalınca napcağımı bilemezdim; onu da idare etmeyi öğrendim.



George Costanza'ya olan benzerliğim hayli üzse de, evet aynen bende de var bu düşünce. Bana bunun dünyanın en gerzekçe düşüncesi olduğunun söylemesine de gerek yok, yeterince farkındayım çünkü. Evet, bi insanın beni sevmediğini bilince huzursuz oluyorum, benim sevmediğim bi insan olsa dahi. İlla üstüne gidiyorum anlamsızca, kimse hakkımda "kötü düşünmesin" diye. Belki de bu yüzden, her yerde beni ne kadar sevmediğini söyleyen kıza bile her gördüğümde çok cici davranıyorum. Olay sadece sevgi arsızlığından ibaret değil aslında zaten, "insanlar benim hakkımda ne düşünüyor" kaygısı zaten. Oldum olası öyle kıskandım ki başkalarının hakkında ne düşündüğünü umursamadan yaşayan, yaptığı eylemlerin yansımasının nasıl olacağını hesaplamadan yaşayan insanları, bu özelliğimi değiştirmek için çok uğraştım. Bu yüzden Meryem "yeni tanıyan insanlar sevmez beni, gıcık-soğuk kız diyolar hakkımda" dediğinde hayran kaldım onun bunu söyleyiş tarzına. O gülerek anlatırken, aynı şey bende olsa "yaa insanlar benim için çok soğuk çok gıcık diyormuş, niye böyle diyormuş ki, napmışım acaba, hangisi demiş, kesin o gün canım sıkkındır, yanlış anlamıştır, düzeltmem lazım, ayıp etmişim, hep öyle sanmasın bari" falan derdim heralde. Sadece "yanlış tanıma" bağlamında değil, genel olarak her büyük-küçük her yanlış anlaşılmanın üzerine üzerine gidiyorum, kimsenin aklında gerçeğinden farklı bi düşünce kalmasına izin veremiyorum, illa ki düzeltiyorum ki mutlu ve huzurlu bir insan olarak hayatıma devam edebileyim. Devamında "lan şimdi de dışardan her şeyi fazla ciddiye alan, fazla takan bi insan gibi mi görünüyorum acaba?" sanrısı falan var ki, hiç girmiyorum.

Bunu da burda yazıp gündeme getirip getirmeme konusunda kararsız kaldım ama, başka seslenebileceğim bir yer yok. SpottedSabanci gibi okulda ne kadar boş, gereksiz, liseli kafasında insan varsa ortaya döken, onların anonim olarak milletin dedikodusunu yapmasını sağlayan bi twitter hesabı var. Hesabı açan belli değil, zaten connected2'dan ona yazanları kopyalamak dışında bir insiyatifi de yok, ne kadar sığ olduğunu dışarı vurma fırsatını kaçırmayanlar oraya yazanlar. Değil lise, ortaokul seviyesinde dedikodular, ilişki muhabbetleri dönüyor orda, kızlar ayrı erkekler ayrı çekiştiriliyor. Benim de adım geçti geçtiğimiz günlerde, direkt ad-soyad ve üye olduğum kulüpten kaç girişli olduğuma, yazdığım blog'dan oda arkadaşıma bütün belirleyici özelliklerim ifşa edile edile dönmüş muhabbetim, hesabı takip etmediğim için ertesi gün öğrendim, benim üzerimden kendi aralarında atıştıklarını falan okuyunca "hıı oldu o zaman, bana dicek bişey kalmamış" deyip kapattım aynen. Birkaç seneye üniversite mezunu olup hayata atılacak, daha ciddi daha aklı başında insanlar olmasını beklediğim topluluğun tweet'lerce sevgilim olup olmadığı, güzel olup olmadığım, kimin tipi olup kimin olmadığım hakkında konuştuğunu görünce bu yüzden hayal kırıklığına uğradım. Evet, insanların ne düşündüğünü fazla umursuyorum dedim ama bu sefer olay o değil. Gerçekten başkaları hakkında çok kırıcı şeyler yazıldığını duydum, fakat benim hakkımda 1-2 yorum hariç çok güzel şeyler yazışmıştı ve 800 kişinin önünde, özelimi ortaya döküp saçma sapan tweet'ler içinde, anonim olarak değil de, günlük hayatta duysam çok çok mutlu olacağım şeyler vardı. İşin kötüsü, hakkımda bildiklerine bakılırsa oraya yazanların bir kısmı beni az çok tanıyan ve bilen insanlar, dolayısıyla "Spotted'da adım geçti, piyasa oldum" diye sevinecek biri olmayacağımı, oraya malzeme olduğum için rahatsız olacağımı düşünecek hassasiyeti beklerdim. Kim olduklarını bilmiyorum, yazdıkları güzel şeyler için sağ olsunlar, ama bunun Spotted gibi Sabancı'ya yakışmayan bir platformda yazılması gereksizdi ve birinin hayatı onlarca başka hayatla bağlantılı olduğu için, birini överken hakkında bir şey yazarken, başka hayatlara da dokunabiliyor insan.
Sadece şunu itiraf etmek istiyorum ki; orada yazılan bütün yorumlar bir tarafa "Muzikus'taki blog yazan kız" olarak tanınmak baya hoşuma gitti aslında.

Neyse, şimdi önümde beynimi minimum seviyede çalıştıracağım, sadece çok özlediğim insanlarla vakit geçirip çok özlediğim yerlere gitmek için dışarı çıkıp, onun dışında evde ailemin dizinin dibinde oturup IC'yi fazlasıyla sömürüp getirdiğim kitaplarımı okuyup, dönem içinde stokladığım dizi ve filmlerimi izleyeceğim, uyku düzenimin içine edip, yeme alışkanlığımı annem sayesinde düzenleyeceğim, araya giren yüzlerce kilometre sayesinde olayları ve insanları daha dışardan daha objektif inceleyebileceğim, bütün bir günü ailemin yüzünü görmek dışında yatakta geçirsem de yapmak, yetiştirmek zorunda olduğum hiçbir şeyi kaçırmayacağım, hangi günün hangi saatini yaşadığımızın farkında bile olmayacak kadar salacağım bi tatil var. İyi ki var.