Bir insanın sahip olabileceği en büyük lütuf, küçük şeylerden mutlu olabilmesi, bunu zaten herkes biliyor. Artık kimsenin benim kadar gülmediği bir şeye çok gülmeyi, kimsenin benim kadar mutlu olmadığı bir olaya çok mutlu olmamı yadırgamıyorum, illa bir ortak aramıyorum kendime. Ben, yanımda oturan hiç tanımadığım insanın uzattığı bir parça çikolatanın arkasındaki incelikten dolayı bile, gün boyu mutlu kalabiliyorum. Yolda yürürken aynı hizada karşı karşıya geldiğim insanla, birbirimize yol vermeye çalışırken aynı taraflara çekilip, 3-4 denemede anca kitlemeden geçebildiğimizde de kahkaha atıyorum, karşımdaki ifadesiz geçip gidebilirken. 5 arkadaş, methini hepimizin duyduğu, Mina ve ben hariç üçünün, yani Gizem, Meryem ve Esma'nın daha önce pek çok kez gittiği J'adore'a gittik 2 hafta kadar önce. Daha doğrusu, J'adore'da oturacak yer olmadığından, sahiplerinin de aynı olduğu bu yüzden aynı menünün geçerli olduğu La Fontana'da oturduk. Sadece bulunduğum yerden dolayı da mutlu olabiliyorum ben işte. Ve ne mutlu ki, daha önce defalarca oraya giden arkadaşlarım bile mutluluğuma ortak olabildi. Ortamın sıcaklığı ve naifliği, kendi çikolatalarını yaparak ürettikleri, aynı anda hem sufle hem fondü yiyormuş lezzeti veren, adı bile şirin mi şirin "Oh la la beatrice", girişte bir kavanozda gelen gidene ikram etmek için hazır bulunan çikolatalar, masalardaki "çiçeklerin koparılmaması ve kulağa takılmaması rica olunur" notlarından bu olayın 60 küsur yıldır ne kadar çok yaşandığını görmek, fonda La vie en rose (Ah, La vie en rose, bütün efsanevi aşkların fon müziği. Spoiler olmasın diye bişey demiyorum da, bi dizinin bu hafta yayınlanan bölümünde bu özelliğini tekrar kanıtladı) ve minvalinde şarkılar çalınması, ve bütün bu güzel ortamın İstanbul'da bulunuyor olması saatler boyu kendi kendime gülümsememe yetti. Sadece bir kafe, bir tatlı ne kadar mutlu edebilir ki insanı? Beni etti işte.
Şirinlik, naiflik demişken, birkaç gün önce çok tatlı bir film izledim;
The Science of Sleep diye
. Ben uyku ve rüya üzerine, yarı bilim-kurgu yarı fantastik bir film beklerken, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Jeux D'enfants gibi, hem psikopatça hem de pamuk şeker tatlılığında bir film çıktı. Zaten, filmi de Eternal Sunshine of the Spotless Mind'la aynı kişi, Fransız yönetmen Michel Gondry yönetmiş. Bu arada; tatilin başından beri The Great Gatsby, The Science of Sleep, Sleepless in Seattle, Sweet November (daha ilk kez izledim evet) ve Despicable Me (bunu 2. kez izledim) olmak üzere 5 film izlemiş, baştan sonra Pinhan'ı okuyup bitirdim, şimdi Madame Bovary'yi okuyorum. Üstüne de, LOTR, Star Wars, Harry Potter filmleri arasında, hangi hafta hangisinin 2.-3. kez maratonunu yapsam diye düşünüyorum. Tatil ne güzel şey.
Tatilde evde otururken, paspal olmayı seviyorum. Evet, hem de özellikle. 3-4 gün dışarı çıkmadan evde olduğum periyodları itinayla pijamayla geçiriyorum, ojelerimi silip, günlerce saçım toplu geziyorum. Adeta kendime bakmayınca, daha bi salmış bu yüzden daha bi dinlenmiş hissediyorum. En paspal kıyafetlerimi seçerken de bugün, neden bunları aldığımızı düşündüm. İnsanın dolabında normal kıyafetlerinin yanında bol eşofman, renksiz kıyafetler varsa, bi dönem paspal olmak istiyo demektir. Bi tercih bu, bilerek isteyerek "ben şık olmak istemiyorum" tercihi. Niye alıyoruz bunları? Ve hatta daha derine gidiyim, çok zevksiz, ne bileyim mor üzerine sarı puantiyeli, iğrenç çingene pembesi cırt gömlekler, saçma sapan çiçek desenli elbiseler neden üretiliyor mesela? Kime hitap ediyor bunlar? Bunları alan insanlar, gerçekten güzel olan kıyafetleri kötü mü buluyor mesela? Kitsch nedir, neden vardır?
|
Selin'in, Urfa'da çektiği bir fotoğraf. Neden klişe yaşlı teyze elbisesi diye bişey var, onlar için de farklı şeyler üretilse? |
O değil de, ben lisede 4 yıl ve üniversitedeki şu 1,5 yılımda, saçlarım hep düz gezdim. Hep ama. Hadi yazın tabi ki sürekli duş alınca mecbur doğal saçımla takılıyodum da; onun dışında 5,5 yılda anca 5,5 gün falan dalgalı saçla okula gitmişimdir. Hayır saçım dengeli ve düzenli bi dalgalı olsa, ben de manyak mıyım habire fön çektiriyim, düzleştiriyim; lakin bi yıkayışta Bihter fönüne taş çıkartcak cinsten güzel güzel kıvrılırken, bi yıkayışta saçımı süpürge etmişim, 200 V elektriğe maruz kalmışım gibi oluyor. Şimdi evdeyim ya ama mesela, kuaförde maşa yaptırmışımcasına düzgün her seferinde. Göt. Bi de kime "bak doğal saçım" diye foto yolladıysam "bu sana daha çok yakışmış" dedi; Mina'ya ilk gün fotoğrafı yolladığımdan beri bana her gün kendi fotoğrafımı Whatsapp'tan geri yolluyo ucuna kalpler falan ekleyerek. Bi de tabi onun saçı düz olduğu için, dalgalı saçları daha çok seviyo bence. Çünkü komuşunun tavuğu komşuya kaz. Bahçesindeki çimen de daha yeşil.
Seni okurken çok tatlısın Cansu. Amelie izlemek gibi... Öyle bi his...
YanıtlaSilayrıca bişi daha eklemek istiyorum. Hatırlattığı diğer bir şeyse
YanıtlaSil''someone once told me the grass is much greener on the other side
I've paid a visit, its possible i missed it
It seemed different yet it exactly the same
Till further notice im in beetween
From where im standing my grass is green''
Sana alakasız gelebilir bana direk bunu çağrıştırdı.
As told by Ginger
Yaa iltifatın bile ne kadar tatlı ^_^
YanıtlaSilAyrıca evet, duruma tam oturuyo bence :) Ben Travis-Side'da duymuştum ama bu sözü, bi de Kaybedenler Kulübü'nde de geçiyodu :P