Bugün eylül ayının 1. günü. Türkiye'de yaz mevsimi termometrelere göre devam etse de, iklim değişiklikleri mevsim konusunda kafamızı karıştırsa da, eylül sonbaharın geldiğinin habercisidir. Hamburg'da hava sıcaklığı çok ilginç gitti bu yaz. Temmuzda en yüksek sıcaklıklarının ortalaması 21 olan şehir, defalarca 35'yi gördü. Okullar, iş yerleri, kafeler, evler bu iklim değişikliğini ön göremediği için klimasız ve hatta normalde alabildiğine soğuk olan bu şehirde, içeriyi sıcak tutmaya yönelik inşa edilmiş. Ama adeta bıçakla kesilir gibi, 31 ağustostan 1 eylüle geçtiğimiz gece hava bir anda değişti. 31 ağustos, yani dün, hava sıcaklığı 31 dereceyken, akşam orman yürüyüşüne çıkarken şort giyerken, gece fırtına koptu, bugün en yüksek sıcaklık 19 derece, ve bir daha da ısınmayacak. Çünkü eylül geldi, yaz bitti.
Neyse konumuz "havalar da bu yaz ne sıcak gitti" değil, lafa döngülerden, yeni başlangıçlardan dem vurarak başlamamın esas nedeni, iş bu blog yazısının ta kendisi. Blog yazımın başlangıcına, blog yazısı yazmaya başlamamla başlayarak kendi içimde bir döngü yarattım ben de. Beni yakınen tanıyan, en başta elbette ailem, çok iyi biliyor ki, ben 5 yaşımda okuma yazmayı Çarkıfelek'ten öğrendiğimden beri, hep yazdım. Kağıtlara şarkı sözleri, şiirler yazdım. Elime bilgisayar geçince kendi romanlarımı yazdım. Sildim sonra onları, çünkü çocuktum ve dönüp yazdıklarıma bakınca gelen yabancılaşma hissiyle baş etmeyi bilmiyordum. Oysa ki masaüstü bilgisayarın rafında Osmanlıca-Türkçe sözlük tutup "Osmanlı döneminde geçen zamanda yolculuk konulu" kitap denemem bile vardı benim. Sonra deneme yarışmalarına katıldım ortaokulda, lisede, üniversitede. Dereceler aldım, iyi yazdığıma inandım ve inandırıldım. Üniversitede günlük yazdım, aynı aptallık devam ettiği için bir noktada onlara da yabancılaşıp hepsini attım. Nasıl ellerimle kağıtlara döktüğüm anılarımı bir kağıt geri dönüşüm kutusuna terk ettim bilmiyorum, ama her sene sonunda bir yurttan diğerine taşınırken artık neredeyse bir koli eden defterlerim hem madden hem manevi olarak bana yük olmaya başlamıştı. Bir de tabii, blog yazdım. Lisede diziler filmler kitaplar üzerinde yazdım, sonra burayı açıp kendi hayatımdan, düşüncelerimden kesitler yazmaya başladım. Kim neden alelade Cansu'nun fikirlerini okumaya zaman ayırmak istedi bilmiyorum, ama ayırdınız, okudunuz canım dostlarım, ailem ve hatta samimi olmadığım ancak oradan buradan paylaşmamı görüp de gelen, ara ara mesaj atıp blog yazmamı isteyen güzel insanlar. "Kendi değerimi başkalarının düşünceleri üzerinden anladığım" söylendi bana, o yüzden siz fikrinizi söylemeseniz, ben güzel yazacağımı düşünmeyecektim. Daha birkaç hafta önce, önce Atakan, ardından Mina "en üzücüsü senin yazmayı bırakman oldu" demese, yine yazmaya devam etmeyecektim. Hasibe, bilinç akışını kağıtlara dökmenin ona getirdiği rahatlığı anlatmasa, yazma fikri yine bana gelmeyecekti. Madem ben kendi değerini başkaları üzerinden gören biriyim, yazdıklarımı kimsenin okumadığı bir platformda paylaşmak beni tatmin etmeye yetmez elbette. O yüzden günlük değil blog yazıyorum. Okuyan oluyor, kendinden bir şeyler bulduğunu söyleyen oluyor, bunun yarattığı tatmin duygusundan vazgeçemiyorum ben. Ama günlük muamelesi de yapıyorum buraya, dönüp kendi yazdıklarımı da okuyorum, 6-7 yıl önceki düşünce sistemimle bugünkü arasındaki benzerlik ve farkları tespit edebileceğim mecra en çok burası. Instagram'dan anılarımı takip ediyorum, Twitter'dan zamanında yaptığım şakalara tekrar gülüyorum, en çok dönüp kendimi stalk'luyorum ben yine yani.
Bu sabah evde yalnızdım. Master tezi dönemimin başladığı, haftaiçi her gün sabahtan akşama kadar lab'da olduğum, akşamlarımın Almanca kursu, bebek bakma ve başka aktivitelerle dolu olduğu, üstüne bol bol okumam ve yazmam gereken (akademik makalelerden bahsediyorum, ama blog yazıyorum hehe) bir döneme girdim. Yoğunum, daha da yoğun olacağım, geri kalan zamanlarımı hep sosyalleşerek geçirdiğim için evde geçirdiğim vakitler çok kıymete bindi; Eren'le ev rutinlerimizden tarifsiz bir keyif alsam da, evde yalnız kaldığım birkaç saat de oldum olası keyif vermiştir bana. Tabii ki evimizde 1.5 yıldır yaşayan tüylü turuncu kafalı bir canlı varken, aslında asla yalnız değilim. Rahatlatıcı, kafa boşaltıcı bir sabah yaşamak istedim. Kahvaltımı yaptım, Simpsons'ımı izledim, internette boş boş dolandım. Sonra tütsümü yaktım, kendime yasemin çayı demledim, Tidal'den (evet, Spotify'dan Tidal'e transfer olduk ailece, listeleri Spotify gibi değil ama ses kalitesi tartışılmaz, ama zaten konu bu değil) Zen Garden isimli çalma listesini açtım, koltuğa uzandım, bulutlu bir sonbahar havasının tadını çıkarayım şöyle hiçbir şey yapmayayım dedim. Lakin meditatif müziklere illa ki kuş cıvıltıları koyanlar, evde kedi yaşayabileceğini hesap etmemişler. Nova kuş cıvıltısı duydukça av moduna girdi, gözleri kocaman olup oradan oraya zıplamaya, hoparlöre atlamaya falan başladı. Tumblr'dan fırlamış kedili, huzurlu, minnoş sıcacık ev ortamları yalan yani sevgili dostlar, en azından benim kedimle yalan, Hasibe'nin kedileriyle erişilir o ambiyansa mesela. Baktım bu çocuk rahat vermeyecek, hadi dedim gel bari oynayalım sen de at enerjini. Onca oyuncağının içinde en sevdiği oyuncak olan gazete kağıdını buruşturup koli bandıyla şekil verdiğimiz topuyla evin içinde koşturmaya başladık. Uzak bi yere gidince haspam gitmiyor peşinden, ben daha çok koşuyorum tabii. Zavallı tütsü bi kenarda yandı yandı bitti, çayı zaten tamamen unutmuşum buz oldu, mikrodalgada ısıttım iyice saçma bişey oldu falan, kalmadı ortam mortam. Ha dünyanın en şapşal kedisiyle oynamak da meditatif bir eylem mi; hem de en alâsından (şapkayı bu a'nın üstüne mi koyuyoduk ya herhalde öyledir). Neyse neye niyet neye kısmet, burdan nasıl yazmaya başladığıma bağlayacaktım ama o arada şuraya bir Nova fotoğrafı iliştireyim dedim iyice dağıldım, zaten tabii ki klavye tıkır tıkır ettikçe de Nova koluma atlayıp duruyor, bence Nova'yı artık tanıdınız, şu fotoğrafları yapıştırıp buradan ayrılıyorum. Söz geri döneceğim, ne de olsa ayın ilk günü yeni başlangıç yaptım ben.
Cute, but psycho, but cute
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder