19 Ocak 2018 Cuma

Memleket neresi?

Master programımda 8 Alman, 3 Türk'üz ve geri kalan 13 kişi tamamen farklı farklı ülkelerden; Nepal, Fransa, Tayland, Brezilya, Çin, Eritre, Ukrayna vb. Bu müthiş kültür çeşitliliğinin olduğu yerde, özellikle öğle yemeklerinde hep birlikte sohbet ederken kendi kültürümüze ait yemekleri, gelenekleri, deyimleri, çocuk oyunlarını, dilleri, ülkenin ekonomisini, toplumsal sınıfları, aile yapılarını vs. anlatıyor ve karşılaştırıyor, dünyanın bambaşka yerlerinden gelip bizi aynı masada bir araya getiren ortak amaçların (Moleküler Biyoloji kariyeri) yarattığı birliktelik duygusuyla çok eğlenceli ve öğretici sohbetler ediyoruz. Herkesin bambaşka bir hikayesi var, kendisini bu sohbet ettiğimiz Almanya'daki bir bilim enstitüsünün yemekhane masasına getiren. Avrupa birliği ülkelerinden gelen arkadaşlarım dahil; şimdiye kadar bildiğim hiç kimse, mezun olunca ülkesine dönmek istemiyor. Herkesin kendince farklı farklı son derece haklı sebepleri var, ancak bugün bunlardan en ağırı ve en üzücüsünü dinledim. Eritre'li arkadaşım Aman, oryantasyon sırasında bölümden yüzyüze tanıştığım ilk kişiydi ve inanılmaz sempatik ve candan, lab'da veya başka ortamda yardımsever, şeker gibi çocuktur. Mezun olduktan sonra kendi ülkesinde birkaç yıl öğretmenlik yaptığını, 2.5 yıldır da Almanya'da olduğunu biliyordum; lakin Eritre'nin Aman'ın deyimiyle "Afrika'nın Kuzey Koresi" olduğunu, diktatörlük yüzünden dev bir hapishane olduğunu, ülkeden seyahat, iş veya eğitim amaçlı kesinlikle çıkmanın mümkün olmadığını, zaten hiçbir vatandaşın pasaportunun olmadığını, Eritre dışından birinin de aşırı geçerli sebepleri olmadıkça ülkeye adım atamadığını bilmiyordum. Son derece neşeli arkadaşımın da, 2015 yılında kaçakçılara verdiği 5 bin euro karşılığında kamyonetimsi bir araçla çölü aştığını, bu sırada birlikte kaçtığı ekipten tecavüze uğrayan kadınlar, ölen çocuklar, hastalanan yaşlılar olduğunu, ardından önce İtalya'ya gelip birkaç hafta orda burda sürünüp, Almanya'nın 1.5 milyon mülteci alacağını duyunca buraya geldiğindi dinlemek son derece sarsıcıydı. Canım Almanya'nın mülteci olarak kabul ettiği bu gence, hem yaşayacak yer, hem aylık maaş verdiğini, Almanca kursuna yolladığını birkaç yerde part-time çalışıp düzenli iş için master yapmak istediğinde de burs vermeye devam ettiğini öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Çünkü Avrupa'nın en büyük ekonomisine sahip olup en güçlü sosyal devletlerinden biri olmak; sırf kendi vatandaşına değil, o toprak üzerinde bulunan her bir bireye, arkasında güçlü ve onu kollayacak bir devlet olduğunu hissettiriyor. Türkiye'deki arkadaşlarıma bu duygu tanıdık geldi mi? Tabii ki hayır. Ben de tam olarak bundan bahsediyorum.

Aman bunları bana ve İran'lı arkadaşım Yasaman'a anlatırken, biz de kendi ülkemizden geliş/kaçış hikayelerimizi anlattık. Evet bizim sebeplerimiz Aman'inki kadar hardcore değildi, yaşamak dediğin nefes almak, temel ihtiyaçlarını yerine getirebilmekse; eh bi terör saldırısına kurban gitmediğimiz sürece biz de kendi ülkemizde yaşama devam edebiliyorduk. Ama hak, özgürlük, eşitlik, güvenlik, refah, medeniyet, sağlık, eğitim, huzur gibi "ufak detayları" göz önüne almaya başlayınca; Almanya kendi ülkelerimizi öyle bir ezip geçiyor ki; uzun uzadıya burada anlatmama gerek kalmıyor zira bunu okuyabiliyorsanız Türkçe biliyorsunuz demektir ve neyden bahsettiğimi anlayacak kadar Türkiye'yi de biliyorsunuz demektir. Bir Eritre'li, bir İran'lı ve bir Türk bugün öğle yemeğinde oturup, en başında Almanya'da doğsaydık psikolojimizin ve hayatımızın ne kadar farklı olacağını, tırnaklarımızla kazıya kazıya geldiğimiz bu ülkeye tutunmak için yapmamız gerekenleri, ve burada dünyaya getirebileceğimiz potansiyel çocuklarımızın şimdiden bizden ne kadar şanslı olduğunu konuştuk. Eritre'li ve İran'lı arkadaşımın yanında, benim durumumun şöyle bir üzücülüğü var ki; onlar zaten ülkelerinin "yaşanamaz halde olduğu" zamana doğmuşlar. Doğdukları coğrafyanın kaderini, nasıl bir yaşantıları olacağını kanıksaya kanıksaya büyümüşler. Ben ise ülkemin gayet güzel yaşanabileceği çağında doğdum; tabii ki de asla bugünün Almanya'sıyla kıyas kabul edemeyecek noktadaydı, siyasetçiler gazeteciler faili meçhul cinayetlere kurban gidiyor, insanlar fakirlikle boğuşuyordu, veya Almanya'daki gibi çalışanlar çok rahat yaşayacağı maaşları alıp senede 6 hafta yıllık izin hak etmiyorlar, dünyanın en kaliteli eğitimlerinden birine ücretsiz erişip sağlık güvencesini iliklerinde hissetmiyorlardı ama; anladınız siz beni. Bırakın bu lüks detayları; 3 haftalığına noel tatiline Türkiye'ye gittiğimde zehir soluduğumu hissetmek bile bazı şeyleri öyle netleştirdi ki. Türkiye'de 3 il hariç hepsinde hava kirliliğinin had safhada olduğunu da size tekrar anlatmama gerek yok, bu akşam saatlerinde yaşadığınız şehirde camı açarsanız, kelimenin tam anlamıyla "yaşanamazlığı" görürsünüz.

Bu blog için fazla ağır bir yazı oldu, ancak bugün dinlediğim Aman'ın hikayesi öyle sarsıcıydı ki, benim zihnimde dönüp durmayı bırakır başkalarına da yayılırsa, bendeki ağırlığı hafifler diye umdum. Bir de 2 hafta kadar sonra tekrar Türkiye'ye gelecek olmanın yarattığı iç sıkıntısı da var, tüm sevdiklerime buradan çağrı yapıyorum; lütfen siz beni görmeye gelin ve benim tatile gelişlerim azalarak bitsin. Geldiğinizde göreceğiniz güzelliklere de 2 örnek fotoğraf koyuyorum (şuraya kendi selfie'mi koysam iyi gülerdik ama artık yazdığım için esprisi kaçtı sdf); Almanya aşkımın büyük nedenlerinden birinin de, bence ve çoğu kişiye göre en güzel şehrinde yaşıyor olmam olduğunu anlarsınız.




Sabancı'dayken, özellikle haftaiçi günlerim çok yoğun olurdu benim. Kahvaltım, ders aralarında yetiştireceğim işlerim, ne zaman kütüphaneye inip ne zaman yemekhaneye çıkacağım, kulüp toplantısı varsa ona kadar halletmem gerekenler, görüşmem gereken insanlar varsa akşam yemeği veya öğle yemeğine randevulaşmak, rektörlükte part-time çalıştığım zamanlar haftada hangi günler hangi saatlerimi ayırabileceğimi planlama, nadir de olsa gittiğim spora vakit ayır, arkadaşlarına vakit ayır, sevgiline vakit ayır, derslere zaten vakit ayır, kulüp etkinlikleri, provalar, ordan oraya koştur dur derken haftaiçi öyle hızlı geçerdi ki. Ama bir şekilde her şeye de vakit olurdu çok programlı ilerleyince. Şimdiki okulum ise her gün 9-5 lab'da olmayı gerektiren, "parasız iş hayatı" olarak adlandırdığım bir düzende. Ve kafadan akşama kadar iptal olunca, nasıl da hiçbir şeye zaman olmuyormuş onu öğrendim. Lisanstayken, okulsa okul ödevse ödev yine uğraşıyordum, ama ne sosyallikten ne bişeyden geri kalmıyordum. Hamburg'a gelirken "ya arkadaş edinemezsek, ya yalnız kalırsak" diye korkarken; şimdi arkadaşlarımı görecek zaman bulamıyor, ya dinlenebileceğim ya da paper yetiştirebileceğim, ya da haftaiçi akşam 4-5 saat görebildiğim eşimle hasret giderebileceğim ya da arkadaşlarımı görebileceğim tek zaman haftasonu olunca o haftasonu öyle bir kıymete biniyor ki; aa cuma akşamı diyorsun, bi bakıyosun e pazartesi sabah olmuş? İş hayatından kaçıp öğrenciliğimi uzatabildiğim kadar uzatmaya çalışırken master programım kötü şakasını yapmış oldu yani, neyse ki önümüzdeki dönemden itibaren lab rotasyonları başlayıp, artık "çömez"likten çıkıp kendi projelerimizi yapıp kendi programımızı kendimiz hazırlayınca rahatlarız. Gerçi en son bitirme projem için "oh kendi programım, istediğimde lab'a gidip istediğimde çıkıcam" dediğimde benim aleyhime sonuçlanmış, pazar gidip pazartesiye hazırlık yaparken bulmuştum kendimi ama işte hep kısmet :P

Ha bakmayın bu kadar söylendiğime, düne kadar 1 hafta hasta yatıp, dün de ayaklarım geri gide gide lab'a girip o önlüğü giydiğimde kendimi ait hissedince yorgunluklara değiyor, "doğru bölümde miyim" diye sorgularken, bir sonuç alınca havalara uçabildiğimde yaptığım işi sevdiğimi tekrar hissediyorum ama; insan en sevdiği şeyi bile yaparken o şey "iş"e dönüşünce, söylenmek kendiliğinden geliyor işte. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder