Tatilin sondan ikinci gününde, abimle bindiğimiz Paris-Versailles treninde, dünya'nin en masum yüzlü punk'ci kızının karşısına oturduk. Saçları fosfurlu pembe olan, yüzü akla gelebilecek her noktasında piercing'le dolu olan (iki kaşının ortası, şakakları, elmacık kemikleri; ve dudak, burun, kaş gibi klasik yerleri söylemiyorum bile) birinin daha delici bakışlarla çevreyi kesmesini beklerim; oysaki o buğulu gözleriyle camdan dışarı bakıyordu. Bu tarzının kaynağının "dad issues" ya da bi tık üstü "kimsesiz olma" gibi çocukluğuna dayanan bir acı olduğu da, gözlerinden belliydi. (ya da bütün çıkarımlarım gerçekle çok alakasız; bunu asla öğrenebileceğimi sanmıyorum). Abime eğilip "kızın yüz hatlarıyla tarzı çok ters değil mi yaa, makyajı, piercing'leri at, saçını pembeden kahverengiye boya, ideal gelin öğretmen kız" dedim. Abimse, benim öküz gibi gözlerimi dikip bakmamın aksine, kıza bakmamaya çalışıyordu; halbuki kızın bizim varlığımızdan zerre haberi yokmuş gibi bir hali vardı; kaldı ki merakla kendisini inceleyen gözleri yadırgayacağını hiç sanmıyordum. Belki de fark edilmek icin yapmiştı. Belki de çocukluğunda hiç fark edilmemişti; çok kardeşli bi evin kenara itilmiş kızıydı, belki de yurtta büyümüştü. O sırada, abimin kahvaltıda konustuğumuz konuya istinaden; Freud'un teorilerinin ne kadar demode olduğuna dair açıklaması geldi, tam tekrar eğilip "Freudyen yaklaşımı beğenmediğini biliyorum; ama şu kıza bakınca kafamdan çocukluguna dair senaryo yazıp duruyorum" diyecektim ki, yarı yolda kız saçını geriye atınca, boynundaki kalp dövmesi dikkatimi çekti ve cümlemi "la kızın içinde bi piremses yatıyomuş, kalp dövmesi yaptırmış, baksana" dedim. Abim ben bişey söyledikten hemen sonra bakmış olmamak için araya koyduğu 1 dakikalık etik bekleyişin ardından beklediğim gibi bana bakıp gülümsedi. Çünkü beklediği dövme, eğilmiş kadın poposu şekilli (benzetmeyi 9gag'de görmüştüm) bi kalpti, kızsa boynuna gerçek boyutlarına uygun; tüm damarları, kas çizgileri, arter çıkışlarıyla bi kalp çizdirmişti, aklıma direkt aşağıdaki karikatür gelmişti.
Dövmeden yola çıkarak, kızın aslında çok derin duygular hisseden biri olduğunu mu anlatmak istediğini düşünerek, trenden inerken son psikanalizimi yaptım. Alelade, sürekli gördüğümüz tarzda bi punk'cı kıza bu kadar takmamın ve üzerinde düşünmemin tek nedeni, dediğim gibi kızın tarzıyla, ruhunun masum ve kırılgan yanını maskeleyemediği gözleriydi. Sonra neden insanlarin kalbe, kalp sembolüne bu denli önem verdiğini düşündüm. Hayati organ evet, durunca ölüyosun peki; ama bir de duyguları yonetme görevini ona kim vermişti? Daha doğrusu, kim bir görevinin de bu olduğunu sanmıştı? Ruhu sembolize edemediğimiz icin, beyin de o kadar "romantik" bi organ gibi gelmediği icin miydi? Halbuki bana kalsa, duygulari beyinden sonra bağdastıracağım organ, kalp değil mide olurdu. Kalbim de hızlanıp yavaşlamak gibi tepkiler verebilse de; duygular midede daha çok hissedilir bence. Sinirlenince midem bulanır mesela, heyecanlaninca iştahim kesilir, çok mutluyken midemde arabayla hızla bir yerden inerken hissettiğimiz o güzel duygu hissedilir, midede kelebekler uçuşması, mideye bi sıcaklık yayılması, can sıkıntısında midenin kendini boş sanıp habire doldurulmak istemesi gibigibi pek cok tepkisi vardır. Mideye de göze güzel gelecek bi sembol bulunsaydı, belki ilkokullu kızlar sevdiklerinin baş harfiyle kendi baş harfi arasına eğilmis kadın poposu değil mide çizerdi, whatsapp smiley'sinde duygulu sarı kafanın ağzından mideler çıkardı, kıyafetler mide desenli olurdu, <7 falan gibi bi mide emoji kısaltması olurdu, şarkılarda, şiirlerde geçen kalbe alternatif "yürek, gönül" gibi kelimeler, mide için de bulunurdu. Ne biliyim, o kız da boynuna mide dövmesi yaptırırdı belki işte.
Not: Okul başladı, koşuşturmacalı ama eğlenceli günlerim başladı, aşırı eğlenceli bi şenlik geçti, hatta tekrar tatil geliyo falan filan ama bunları da başka bi yazıda anlatırım; uzun zamandır blog yazmıyorum ve blog yazmayı çok özledim ve hepsini bi yazıda tüketmek istemiyorum, bu yazıyı tatilin son günü yazıp taslağa atmıştım, ilk bunu paylaşıyım dedim. Bugün paylaşmamın bi sebebi de, aynı gün içinde alakasız 2 farklı arkadaşımdan "niye yazmıyosun sen artık" ve başka bi arkadaşımdan da "geçen gün Kardelen'le senin blog'unu konuştuk" lafını duymam oldu; böyle gaza gelince hep yazarım ki ben. Daha anlatacağım çok şey var hem; okuldaki 3. senem diğer senelerden daha bi güzel başladı hem akademik hem sosyal anlamda; yakın bi arkadaşımın 8.40 dersinde bıdıbıdı bişeyler anlatmama istinaden "sabahın köründe bile nası mutlu olabiliyosun" diyebileceği kadar pozitif enerji fışkırması yaşıyorum şu ara; güneş enerjisiyle çalışan psikolojim, henüz havanın berbat gidiyo olmasına bile tepki vermedi, hem şenlikte, hem de "Rainy Sunday, post-şenlik, hiçbir şey yapmama günü" olarak nitelendirdiğim dün haddinden fazla yağmur yağmasının bile tadını çıkardım. Gök gürültüsünden bile huzursuz olmadım demek isterdim ama blog'da yalan söylemiyorum.
29 Eylül 2014 Pazartesi
23 Ağustos 2014 Cumartesi
Unicorn
Bugün ekşisözlük'te sol frame'de sürekli "ertelenince yapması zorlaşan şeyler" başlığına rastladım, ve kendi adıma aklıma gelen ilk örnek tabii ki blog yazmak oldu. Buraya çok uzun zamandır yazmıyorum, fakat yazacak bir şey bulamadığımdan değil, bilakis o kadar çok şey için "bunu blog'da anlatıyım", "unutmadan şunu bi yerlere yazıyım" dedim ki, sonunda hiçbirine fırsat bulamadım, SUch as'e yazdığım tek yazıyı ve her gün Mina'ya attığım "gün soru raporu" minvalinde upuzun mesajları da saymazsak; yazmayı bıraktım yani kısa bir süre, ama yazmak beni bırakmadı, cümleler içimde ardı ardına dizildi durdu yine, sadece ben onları kağıda ya da "sanal beyaz sayfa"ya dökmedim. Bu yüzdendir ki, artık çok geç olmadan blog'umla arayı kapatmalıyım dedim.
Bütün yazan ve yazmayı düşünenlere öneri mahiyetinde dursun buralarda bu liste |
En çok yazacak şeyi tanıtım döneminde biriktirmiştim aslında, ama üzerinden çok zaman geçtiği için geriye dönüp anlatmak istemiyorum; kısaca tanıtım benim için pek çok yeni insan tanıdığım, tanıdığım insanları da daha yakından tanıdığım, ders vs. olmadığı için neredeyse her akşam dışarı çıkma imkanı bulduğum, geçen dönem yapamadığım radyo yayınımı -maalesef Mina'sız- yaptığım, tanıtımla da ilk 8-5 iş deneyimini yaşadığım, bol koşuşturmacalı, tatlı yorgunluklu bi dönem oldu. Onun dışında, okul kapandığından ve Çeşme'ye geldiğimden beri, boş boş ortalıkta dolanıp, yıl içinde her günümü sürekli planlamak zorunda olduğum için olabildiğince plan yapmaktan kaçındığım, beynimi bile adeta dinlenmeye aldığım, klasik tatil rehaveti yaşıyorum. Planın, programın, yapılacak işlerin, deadline'ların, stresin, kuru kalabalığın, koşturmanın olmadığı yerde; mutlu olacak, içimi kıpır kıpır edecek şeyler bulmak da zor olmuyor tabii. Yeni bir kitap bitirdiğimde, yeni bir dizi tavsiyesi aldığımda, bisikletimle sahile gidip gün batımına yetiştiğimde, flütle yeni bi şarkı çıkardığımda, Alya'yı kimse susturamazken benim kucağıma gelir gelmez ağlamayı kesip gülücükler saçmaya başladığında, geçen sene okul hakkında SUch as'e yazdığım yazının dış-web sayfasında kocaman reklamının yapıldığını gördüğümde, mayısta yapılamadığı için okul açıldıktan 2 hafta sonra yapılacak okul şenliğini düşündüğümde, sürekli konuşmamıza rağmen anlatacak milyonlarca şey biriktirdiğim arkadaşlarımı görmeme az kaldığını fark ettiğimde, 2 hafta sonra abimle ilk kez başbaşa çıkacağımız tatili planladığımda; ve hatta ders programı yapmanın düşüncesi bile içimi sıktığı halde, bu dönem alacağım dersleri "hımm şunun recitation'ı şuraya, şunun lab'ını bu saate alırsam, bu HUM'u alabiliyorum oley" diye programlarken bile dünyanın en mutlu insanı olabiliyorum. Evet, ders seçiminde tatilde olacağım için ders programımı şimdiden planladım ve açıp açıp bakıp kendi kendime heyecanlanıyorum; herkesin staj vs. kovaladığı tatili bu denli boş geçirince, insan kendini işe yarar hissetmek için, IC'de saatlerce ders çalıştığı zamanları bile arayabiliyor işte. İşin kötüsü, her şeye heveslendiğim için "koroya mı girsem, radyoda da devam mı etsem, flüt dersine napıp edip devam mı etsem, 5 dersle kalıp rahat mı etsem, programa bi ders daha mı sıkıştırsam" diye diye planlar yaptıkça, bir anda kendime fazla yüklenip hepsini salmaktan korkuyorum; çünkü yapmadığım şey de değil.
Asıl fark ettiğim ve anlamsızca üzüldüğüm şey ise; bu sene okuldaki 3. senem olacak olması oldu. (-olmak fiilini daha kaç farklı ekle çekimleyebilirim?). Hazırlık okuduğum için daha 2. sınıf olacağım, ve bu da bu sene dahil okulda 3 senem daha olduğu anlamına geliyor; ama yine de zaman haddinden fazla hızlı geçti bence. Az buz anı, deneyim, değişim kâr kalmadı bu 2 yılda yanıma ama, sanki daha da, daha da çok şey yapabilirdim hissini üzerimden atamıyorum. Dönüp bakınca yapmak istediğim ve içimde kalan çok bir şey olmadı ama, okula adeta girdiğim andan beri o kadar çok "bugünlerin tadını çıkarmam", "üniversite yıllarımı iyi değerlendirmem" düşüncesiyle dolup taştım ki, zamanımı nasıl geçirirsem geçireyim yetersiz geliyor artık. Belki mezun olduktan sonra değil de, daha içindeyken, ilerde bu günleri çok özleyeceğimi bilmek işe yarar bir farkındalıktır bir noktada; ama her ne kadar mezuniyet sonrasındaki hayatıma dair de heyecanlandığım pek çok şey olsa da "böyle ortamı bir daha bulamayacağım işte" diye üzülmekten de kendimi alamıyorum. İşte bu yüzden okuldan hem akademik hem sosyal anlamda dibine kadar faydalanmak istiyorum da; ikisi arasındaki dengeyi kurmak, benim gibi o an heveslendiği şeye abartılı tutkuyla bağlanıp diğerlerini salma eğiliminde olan insanlar için pek zor oluyor tahmin edersiniz ki. Neyse, kısacası önümüzdeki günlere dair her şey için yine abartılı heyecanlıyım ben, sonum hayrolsun.
1 Haziran 2014 Pazar
Pötibör
Bundan 2 yıl önce bana; okuduğun okulu o kadar seveceksin ki; ondan 3,5 ay ayrı kalacağını düşündükçe çok üzüleceksin, bir önceki yaz ne kadar özlediğini düşünüp duracaksın; sonra okula 2 haftalığına da olsa dönmek için bi bahane bulup, tanıtım ekibine başvurup, bu çok sevdiğin okulu insanlara tanıtmak isteyeceksin; hatta 2 haftalığına da olsa yanlarından ayrılmanı istemeyen aileni okula dönmek için zar zor ikna edeceksin, ekibe hiç beklemediğin kadar hızlı kabul edilince tahmin edemeyeceğin kadar sevinecek, şimdiden okulu görmeye gelenlere neler anlatacağını, onların neler soracağını düşünüp heyecanlanacaksın deseler; herhalde inanmazdım. Hani ilkokul ve ortaokulla bi problemim yoktu; zaten o yaşta bi insanın ne problemi olacak da; okuduğum liseden o kadar nefret ediyordum ki; üniversiteye başladığımda lise yıllarını, orada sevdiği hocaları, kocaman arkadaş gruplarını falan anlatan insanları asla anlayamadım ben. Liseden yanıma 2 tane çook sevdiğim insan kâr kaldı; onun dışında tanıyıp sevdiğim, hala az da olsa görüştüğüm başka insanlar da oldu elbette ama hiçbir zaman "mezun olduğu liseyi çok özleyen insan" olmadım ben. Biraz da içindeyken değil de, uzakta olunca yaşadığım tüm kötü şeyleri düşünüp düşünüp iyice soğuttum kendimi, bilmiyorum. Belki de bu yüzden bu kadar çok sevdim Sabancı'yı, içindeki her bir detayı ve hatta yolunda gitmeyen her şeyi de "olsun, olur o kadarlık, yine de mükemmel benim okulum" diyecek kadar abartılı bir sevgiyle. Şu final döneminde hayattan ve her şeyden soğumuş ve bıkmış, tatile inanılmaz ihtiyacım varken, 3,5 ay Çeşme'de denizli, havuzlu, bol bol yayılmalı, aileli, arkadaşlı, kitap okumalı, dizi izlemeli güpgüzel tatilimi bölüp; 2 hafta okula dönüp güneşin altında , 40 derece sıcakta insanlara bir şeyler anlatmaya karar verdiysem; artık ne kadar sevdiğimi daha fazla anlatmama gerek yok sanırım. Sözün özü; 1 hafta sonra İzmir'e dönüyorum, sonra 1 ay sonra temmuzun ilk iki haftasında tekrar okula dönüyorum, hatta ilk kez doğum günümü ailemden ayrı geçireceğim; onu da yaz okulunda ya da İstanbul'da olacak arkadaşlarıma duyurayım :P
Bu hafta:
- Pijamalarımın altına topuklu ayakkabı giyip, lahmacun almaya gittim
- Bir anda aşırı sağanak yağmur, yıldırım, şimşek ne varsa bastırınca; Sabancı'nın İzmir'li olmayan nüfusu bunu kıyamet alameti adlederken, geri kalan İzmir nüfusuna dahil olarak, bunun kendini Okyanusal iklimde sanan şizofrenik İzmir için ortalama bir kış akşamı olduğunu düşünüp, evimde hissettim.
- Ders çalışırken her akşam çaya ya da kahveye pötibör banıp banıp yiyip; Öss günlerimi hatırladım. Pötibör'ün aşırı güzel bi kelime olduğuna karar verdim. (Hellö Çağın)
- 2 blog önce bahsettiğim deneme yarışmasının ödül töreni yapıldı. Yazma Becerilerinin başındaki kadın "istediğiniz bir arkadaşınız, ya da hocanız ödülünüzü takdim edebilir" dediğinde, içeri girer girmez bana sarılıp "seninle gurur duyuyorum" diyen Banu hocaya baktım, böylece ödülü de onun elinden aldım. Banu hoca hazırlıktaki ve 1. dönemdeki TLL hocamdı, bu dönem ne yaptıysam hiçbir section'ına giremedim ve yoğunluktan yanına uğramayı da ihmal ettim. Törende yazdığı şiirlerden bahsederken "bir ara ben de okuyabilir miyim" demiştim; unutmamış ertesi gün hepsini toplayıp mail atmış, "Sevgiler ve umarım keyifli okumalar... Öylesine toplamıştım bir ara yazdıklarımı... Seç seç oku istersen... Sonra bir ara kahvelerimizi de elimize alıp sohbete dalarız kim bilir :)))" diye de not düşmüş. 1 haftadır hem okumaya doyamayıp, hem bitirmeye kıyamadan onun şiirlerini okuyorum. Bu okulun bana kattığı en değerli ve unutulmaz insanlardan birinin Banu hoca olduğunu tekrar tekrar anladım. (bir diğeri de Nezaket hoca kesinlikle).
- Yine Ekşi'de ruh ikizimi buldum
- Ekşi'de gay ve lezbiyenleri, çocuk katilleriyle bir tutan biriyle baya ciddi bi tartışma yaşadım
- Burcu geldi okula geçen hafta sonu için, yine hala okulda olsa ne kadar güzel, ne kadar eğlenceli olacağını düşünüp üzüldüm.
- Facebook, Twitter, Ekşi Sözlük, Instagram, Blogspot, Snapchat vs. gibi kullanmadığım uygulama kalmamışken "zannedersem tek eksiğim..." diyerek Foursquare açtım. Final haftası olduğu için, bütün check-in'leri okulda, çoğunlukla IC'de yaptım.
- Ertesi gün bi de Spotify açtım. (Hellö Mete)
- 2 gün arayla katıldığım 2 farklı sürpriz doğum günü partisinde, doğum günü kızlarına yaşattığımız şaşkınlıkla mutlu olup, kendi yaz ortasına denk gelen doğum günüme lanet ettim. (Hiç sürpriz doğum günü partim olmadı benim, hep tatilin ortasına gelince "kimler İzmir'de, napıyoruz" muhabbetlerine hep dahil olmak zorunda kaldım. E yukarda da mesajı verdim, hadi artık )
- Mina'yla "ağlatmalı film izleyelim" dediğimiz bir akşam; filimadami'ndan "ağlama melis" kategorisinden film seçerken, filmlerin zaten çoğunu izlediğimi fark ettim. Sorsanız, dram değil komedi seviyorum derdim.
- Ağır dram filmi sevmeminin nedeninin; normal zamanda üzüntüden ölcek durumda olsam da çok zor ağlamam olduğuna karar verdim. (kendime not; bunu bi ara ayrıca anlatayım).
- Cadde'de 7-8 yaşlarındaki kızları "saçımı sarıya boyatcam" diye tutturunca "seni eve almam!" diyen bir baba ve "salak mısın Sude yaa" diyen bir anneden oluşan bir aileyle, 60 saniye yaya geçidinde ışık bekledim
- Atakan, kaç gündür beni ve aynı soruyu ilettiğim herkesi kitleyen bi soru sordu. "Çok aşık olduğumda bi daha sor" dedim.
- Öğrencilik hayatımın 15. yılının sonuna doğru; ders çalışmayı bilmediğimi fark ettim ve kendime ağır dikkat eksikliği ve hiperaktivite teşhisi koydum.
- Yarın son finalime girdikten sonra, annemler İstanbul'a gelene kadar 5 gün bomboşum. Finali benle aynı anda biten arkadaşlarım eve döneceği; bitmeyenler de ders çalışıyo olacağı için aslında bi boka yaramadığını fark ettim.
- Mina'yla kendime hazırladığım 1 tencere makarnayı süzerken lavaboya döktüm.
- "Ben az önce kustum" diyene kadar yanımdaki 4 arkadaşımın ruhu duymadan 3 kez kustum
- Yine bir şarkıya, gece gündüz dinleyip, sıkılıp bıkmaktan korkarak aşırı bağlandım.
- Mina'yla, Türkçe Pop'un dibine vurduğumuz bir gece yapıp tam 2 saat şarkı söyledim. (Snapchat'imde ekli olanlar; evet o gece o gece)
- Cüzdanımın fermuarı bozuldu. İçini boşaltırken anlamsızca biriktirdiğim fişleri tek tek inceledim. Fişlerin ne kadar güzel anı olabileceğini fark ettim.
- 2 haftadan fazladır, (ki önemli bir 2 haftaydı) günlük yazmayı ihmal ettim.
- O yüzden burayı biraz günlük yerine koydum.
Bu hafta:
- Pijamalarımın altına topuklu ayakkabı giyip, lahmacun almaya gittim
- Bir anda aşırı sağanak yağmur, yıldırım, şimşek ne varsa bastırınca; Sabancı'nın İzmir'li olmayan nüfusu bunu kıyamet alameti adlederken, geri kalan İzmir nüfusuna dahil olarak, bunun kendini Okyanusal iklimde sanan şizofrenik İzmir için ortalama bir kış akşamı olduğunu düşünüp, evimde hissettim.
- Ders çalışırken her akşam çaya ya da kahveye pötibör banıp banıp yiyip; Öss günlerimi hatırladım. Pötibör'ün aşırı güzel bi kelime olduğuna karar verdim. (Hellö Çağın)
Öyle bir hafta düşünün ki, hayatımdaki en önemli şey: PÖTİBÖR |
- Yine Ekşi'de ruh ikizimi buldum
- Ekşi'de gay ve lezbiyenleri, çocuk katilleriyle bir tutan biriyle baya ciddi bi tartışma yaşadım
- Burcu geldi okula geçen hafta sonu için, yine hala okulda olsa ne kadar güzel, ne kadar eğlenceli olacağını düşünüp üzüldüm.
- Facebook, Twitter, Ekşi Sözlük, Instagram, Blogspot, Snapchat vs. gibi kullanmadığım uygulama kalmamışken "zannedersem tek eksiğim..." diyerek Foursquare açtım. Final haftası olduğu için, bütün check-in'leri okulda, çoğunlukla IC'de yaptım.
- Ertesi gün bi de Spotify açtım. (Hellö Mete)
- Gecenin bi yarısı "Harry Potter maratonu var" dediler gittim
- Aynı gecenin daha sabaha karşı olan saatlerinde gıda zehirlenmesi nedeniyle med-line'a gittim- 2 gün arayla katıldığım 2 farklı sürpriz doğum günü partisinde, doğum günü kızlarına yaşattığımız şaşkınlıkla mutlu olup, kendi yaz ortasına denk gelen doğum günüme lanet ettim. (Hiç sürpriz doğum günü partim olmadı benim, hep tatilin ortasına gelince "kimler İzmir'de, napıyoruz" muhabbetlerine hep dahil olmak zorunda kaldım. E yukarda da mesajı verdim, hadi artık )
- Mina'yla "ağlatmalı film izleyelim" dediğimiz bir akşam; filimadami'ndan "ağlama melis" kategorisinden film seçerken, filmlerin zaten çoğunu izlediğimi fark ettim. Sorsanız, dram değil komedi seviyorum derdim.
- Ağır dram filmi sevmeminin nedeninin; normal zamanda üzüntüden ölcek durumda olsam da çok zor ağlamam olduğuna karar verdim. (kendime not; bunu bi ara ayrıca anlatayım).
- Cadde'de 7-8 yaşlarındaki kızları "saçımı sarıya boyatcam" diye tutturunca "seni eve almam!" diyen bir baba ve "salak mısın Sude yaa" diyen bir anneden oluşan bir aileyle, 60 saniye yaya geçidinde ışık bekledim
- Atakan, kaç gündür beni ve aynı soruyu ilettiğim herkesi kitleyen bi soru sordu. "Çok aşık olduğumda bi daha sor" dedim.
- Öğrencilik hayatımın 15. yılının sonuna doğru; ders çalışmayı bilmediğimi fark ettim ve kendime ağır dikkat eksikliği ve hiperaktivite teşhisi koydum.
- Yarın son finalime girdikten sonra, annemler İstanbul'a gelene kadar 5 gün bomboşum. Finali benle aynı anda biten arkadaşlarım eve döneceği; bitmeyenler de ders çalışıyo olacağı için aslında bi boka yaramadığını fark ettim.
- Mina'yla kendime hazırladığım 1 tencere makarnayı süzerken lavaboya döktüm.
- "Ben az önce kustum" diyene kadar yanımdaki 4 arkadaşımın ruhu duymadan 3 kez kustum
- Yine bir şarkıya, gece gündüz dinleyip, sıkılıp bıkmaktan korkarak aşırı bağlandım.
- Mina'yla, Türkçe Pop'un dibine vurduğumuz bir gece yapıp tam 2 saat şarkı söyledim. (Snapchat'imde ekli olanlar; evet o gece o gece)
- Cüzdanımın fermuarı bozuldu. İçini boşaltırken anlamsızca biriktirdiğim fişleri tek tek inceledim. Fişlerin ne kadar güzel anı olabileceğini fark ettim.
- 2 haftadan fazladır, (ki önemli bir 2 haftaydı) günlük yazmayı ihmal ettim.
- O yüzden burayı biraz günlük yerine koydum.
22 Nisan 2014 Salı
Gelgit
Galiba bugüne kadar, ya da en azından son 2 yıldır, sinirlendiğim olaylar hep gece geç saatlere denk gelmiş ki; yanımdaysa yüz yüze, değilse de upuzuun bir mesajla olan biteni Mina'ya anlatıp, üstüne zaten gece olduğu için bi güzel uyuyup, sabah çok daha sakin uyanmak gibi bir yöntem geliştirmişim. İşte bu yüzden, ilk kez sabahın 9'u gibi saçma bir saatte sinirlenince, ritüelin ilk kısmını gerçekleştirip, benden kilometrelerce uzaktaki Mina'ya uzuun bir mesaj yazıp kızın da dersini trolleyip, bi de sonuna "aa ilk kez böyle uzun bi mesajı sabah atıyorum, bi ara bunu kutlayalım" diye not düştükten sonra; mal gibi kaldım. "Ee nası oluyo bu şimdi yani? Daha yeni uyandım, yatılmaz da bi daha. Kahvaltı için de iştahım kalmadı..." diye diye, önümde durup durup sinirlenecek kocaman bir günüm olduğunu fark edip ne yapacağımı bilemedim. Neyse ki sinirimin geçmesi uzun sürmedi, Mina'ya "bi gün hesabını sorarım" desem de maalesef hiçbir zaman aynı kızgınlığı muhafaza edemediğim ve kin güdemediğim için ve hatta şu an bunu yazarken bile hissettiğim sinirin zerresi kalmadığı için, yine yeniden o an kendi kendimi yediğimle kaldım. Ve yine bir süre önce, Mina artık fazlasıyla alışkın olsa da Atakan o zamanlar bu hallerime pek alışkın olmadığı için, ikisinin yanında saçmasapan bir şeye çook sinirlendiğimde, ne yapacağını bilememiş, çocukcağız o yüzümü görünce epey şaşırmıştı. Mina ise "Cansu'ya olur böyle, bişey söylemeye gerek yok çünkü geçeceğini biliyorum" demişti. Nitekim, o gece kafasına kafasına davul fırlatmak istediğim kızı ertesi sabah gördüğümde, "günaydıın" diye gülümserken, en azından %90 oranında içtendim.
İçimdeki dengesiz yönü yeterince ifade ettiysem; ki aslında bu benim dengesizliğim değil bilakis 7 milyarlık dünya nüfusu içinde özenle seçmiş gibi enn dengesiz insanları hayatıma katmamdan kaynaklanıyor. Neyse, cümleyi tamamlayıp yeni şeye geçiyodum o bile yarım kaldı; diyorum ki eğer ifade edebildiysem, dün Burcu'ya yazarken "aa blog'a da yazıyım" dediğim daha önemli bi konuya geçeyim. Geçen cumartesi, aralıkta saçımı kestirmeden önceki, yani saçımın en uzun halinin fotoğraflarına baktım. "Belime kadar upuzun, gayet sağlıklı saçlarım varmış, ne diye gittim de kısacık kestirdim ki ben bunları? Nası kıydım" dedim. Aynı gün, akşamüstü kuaföre gittim ve saçımı biraz daha kestirdim. Yaptığım harekette mantık arayıp yorulmadım, onun yerine şunu tespit ettim ki, hayatım boyunca otoritesine asla ses çıkaramayacağım insanlar, kuaförlermiş. Asla memnuniyetsizliğimi dile getiremiyorum, asla eksik ya da yanlış bir şeyi söyleyemiyorum. Kaşım alındı ama alınmamış bir yer mi kaldı? "Olsun yaa eve gidince kendim düzeltirim orayı" diyorum, fön çekildi ama tam düzgün olmadı mı? "Düzleştiriciyle üstünden geçerim ne var ki" diyorum. Saçı asla istendiği gibi kesmeyen kuaför diye bir gerçek zaten var; o herkesin ortak çilesi. Hani bi noktada anlıyorsun ki, sen ne söylersen söyle, adamın aklında belli bişey var ve sen dil döksen, yalvarsan falan da "yok yok bu senin yüzüne daha güzel gitcek, sen bana bırak yaa, naptığımı biliyorum heralde" deyip, kafasına göre kesecek sonuçta. Enn fazla ana hatlarıyla hangi boyda istediğini söyleyebiliyorsun, gerisi doğaçlama, gerisi tamamen onun insiyatifinde. Ayrıca, mutlaka bir kuaförün yaptığını diğeri hiiç beğenmez, bi dünya laf eder, çünkü birbirlerini rakip olarak görürler ve tabi ki kendilerine sadık kalınmasını isterler ya; arada bizim özgüvenimizi harcadıklarını ise ne yazık ki fark edemiyorlar. En son saçıma acıyan gözlerle bakıp "kim kesti en son saçını" dediğinde, 'işte o an!' diyerek "e en son siz kesmiştiniiz?" dediğimde, bana "hıı o zaman sen bişey yapmışsın!" dedi. He evet, arada elime makası alıp bodoslama dalıyorum ben çünkü, şu filmlerde sinir krizi geçirip lavaboda saçını kesen kızmışım ben aslında... (Üstteki paragraftan sonra bunu yapsam bi iç tutarlılık sağladığımı düşünürdünüz dimi. Çok ayıp). Neyse, bunlar hep iç ses tabii, gerçekte anlamsız bir utanç peydah oluyor, çoğu kez kuaförden mutsuz dönüp anneme dert yanarken kadıncağız haklı olarak "E Cansu bunları bana söyleyene kadar orda söyleseydin ya?" diyor da, ben kuaförlerin sarsılmaz otoritesini kayıtsız şartsız kabul ettim bi kere.
Kuaförlerde geçirilen zaman benim için sıkıcı olsa da; gözlem ve tespit yapmak için harika bir yer. Oraya düzenli olarak haftada 2-3 kez gelip, yarım saat saçına bişey yaptırıp 4 saat kahve içip muhabbet eden kadınlar olur. Ve kuaförler de bu kadınların hayatında olup biten her şeyi her detayıyla bilirler, hatırlarlar, kapıdan içeri girdiğinde "noooldu görümcenin kaynının nişanlanan kızı?" falan diye muhabbete girerler. Benimse her seferinde "Hangi bölüm? Ne kadar sizin okul? İzmir mi güzel İstanbul mu? Sevgilin var mı? Evde mi kalıyorsun? Oda arkadaşların nereli?" gibi, cevabının kuaförün hayatına ne katacağını asla bilmediğim sorulara yarım ağızla cevap verip muhabbeti kısa kesmeye çalışırken, gözlerimdeki "bitsin de gidiyim, beni azad edin artık nolur" bakışlarımı ise kimse fark etmez.
O değil de, 4 yılın ardından ilk kez fal baktırdım. Hem de şurda bahsettiğim "cinli kadın"a. Yakın zamanda 2 tanıdığımız gidince ve bu iki kişiden özellikle entelektüel birikimine oldukça saygı duyduğum, heralde fallara inanacağına en son ihtimal vereceğim insanlardan biri olanı da "o kadında bişey var, kimse bu kadar iyi bilemez!" deyince, "hadi beni de götür" dedim anneme, birlikte gittik. Falın gerçekliği, ne derece inanmak gerektiği, akıl ve mantığın neresinde kaldığını falan zaten referans verdiğim yazıda tartışmıştım da; asıl şaşırdığım şey şu oldu; fal sektörü benden sonra baya gelişmiş. Kadın telefon numarasını verip "dediklerim olursa arar anlatırsın" dedi. Her fal baktığı insanın akıbetini merak etmiyosa, baya merak unsuru yarattım demektir.
Bir de; tatilin ilk 5 gününü Olimpos'ta geçirdiğim ve aileme yeterince zaman kalmadığı için, tatilimi kendiliğimden 4 gün daha uzattım. Amfiden, IC'den vs. snap yollayan Mina'ya, Hazal'a, Can'a, Damla'ya; evin artık hangi köşesindeysem orda yayılıp keyif dolu snap'ler yollarken hiiç pişman olmadım. Umarım karma dönüp dolaşıp okula döner dönmez gireceğim sınavda ağzımın payını vermez.
İçimdeki dengesiz yönü yeterince ifade ettiysem; ki aslında bu benim dengesizliğim değil bilakis 7 milyarlık dünya nüfusu içinde özenle seçmiş gibi enn dengesiz insanları hayatıma katmamdan kaynaklanıyor. Neyse, cümleyi tamamlayıp yeni şeye geçiyodum o bile yarım kaldı; diyorum ki eğer ifade edebildiysem, dün Burcu'ya yazarken "aa blog'a da yazıyım" dediğim daha önemli bi konuya geçeyim. Geçen cumartesi, aralıkta saçımı kestirmeden önceki, yani saçımın en uzun halinin fotoğraflarına baktım. "Belime kadar upuzun, gayet sağlıklı saçlarım varmış, ne diye gittim de kısacık kestirdim ki ben bunları? Nası kıydım" dedim. Aynı gün, akşamüstü kuaföre gittim ve saçımı biraz daha kestirdim. Yaptığım harekette mantık arayıp yorulmadım, onun yerine şunu tespit ettim ki, hayatım boyunca otoritesine asla ses çıkaramayacağım insanlar, kuaförlermiş. Asla memnuniyetsizliğimi dile getiremiyorum, asla eksik ya da yanlış bir şeyi söyleyemiyorum. Kaşım alındı ama alınmamış bir yer mi kaldı? "Olsun yaa eve gidince kendim düzeltirim orayı" diyorum, fön çekildi ama tam düzgün olmadı mı? "Düzleştiriciyle üstünden geçerim ne var ki" diyorum. Saçı asla istendiği gibi kesmeyen kuaför diye bir gerçek zaten var; o herkesin ortak çilesi. Hani bi noktada anlıyorsun ki, sen ne söylersen söyle, adamın aklında belli bişey var ve sen dil döksen, yalvarsan falan da "yok yok bu senin yüzüne daha güzel gitcek, sen bana bırak yaa, naptığımı biliyorum heralde" deyip, kafasına göre kesecek sonuçta. Enn fazla ana hatlarıyla hangi boyda istediğini söyleyebiliyorsun, gerisi doğaçlama, gerisi tamamen onun insiyatifinde. Ayrıca, mutlaka bir kuaförün yaptığını diğeri hiiç beğenmez, bi dünya laf eder, çünkü birbirlerini rakip olarak görürler ve tabi ki kendilerine sadık kalınmasını isterler ya; arada bizim özgüvenimizi harcadıklarını ise ne yazık ki fark edemiyorlar. En son saçıma acıyan gözlerle bakıp "kim kesti en son saçını" dediğinde, 'işte o an!' diyerek "e en son siz kesmiştiniiz?" dediğimde, bana "hıı o zaman sen bişey yapmışsın!" dedi. He evet, arada elime makası alıp bodoslama dalıyorum ben çünkü, şu filmlerde sinir krizi geçirip lavaboda saçını kesen kızmışım ben aslında... (Üstteki paragraftan sonra bunu yapsam bi iç tutarlılık sağladığımı düşünürdünüz dimi. Çok ayıp). Neyse, bunlar hep iç ses tabii, gerçekte anlamsız bir utanç peydah oluyor, çoğu kez kuaförden mutsuz dönüp anneme dert yanarken kadıncağız haklı olarak "E Cansu bunları bana söyleyene kadar orda söyleseydin ya?" diyor da, ben kuaförlerin sarsılmaz otoritesini kayıtsız şartsız kabul ettim bi kere.
Her ortak acıya parmak basan bir 9gag postu bulunabilir... |
O değil de, 4 yılın ardından ilk kez fal baktırdım. Hem de şurda bahsettiğim "cinli kadın"a. Yakın zamanda 2 tanıdığımız gidince ve bu iki kişiden özellikle entelektüel birikimine oldukça saygı duyduğum, heralde fallara inanacağına en son ihtimal vereceğim insanlardan biri olanı da "o kadında bişey var, kimse bu kadar iyi bilemez!" deyince, "hadi beni de götür" dedim anneme, birlikte gittik. Falın gerçekliği, ne derece inanmak gerektiği, akıl ve mantığın neresinde kaldığını falan zaten referans verdiğim yazıda tartışmıştım da; asıl şaşırdığım şey şu oldu; fal sektörü benden sonra baya gelişmiş. Kadın telefon numarasını verip "dediklerim olursa arar anlatırsın" dedi. Her fal baktığı insanın akıbetini merak etmiyosa, baya merak unsuru yarattım demektir.
Bir de; tatilin ilk 5 gününü Olimpos'ta geçirdiğim ve aileme yeterince zaman kalmadığı için, tatilimi kendiliğimden 4 gün daha uzattım. Amfiden, IC'den vs. snap yollayan Mina'ya, Hazal'a, Can'a, Damla'ya; evin artık hangi köşesindeysem orda yayılıp keyif dolu snap'ler yollarken hiiç pişman olmadım. Umarım karma dönüp dolaşıp okula döner dönmez gireceğim sınavda ağzımın payını vermez.
10 Nisan 2014 Perşembe
2.
Bu sabah, gözümü açar açmaz telefonu elime aldığımda, "Tebrikler, 2014 Deneme Yarışmasında 'İkincilik Ödülünü' kazandınız!" yazılı bir mail bulunca ilk aklıma gelen; yazdığım denemenin konusunun da "Dijital İletişim Bağımlılığı" olduğu ve yazıma "Sabah uyanır uyanmaz aklıma gelen ilk düşünce,
yatağımın hemen ucunda bulunan cep telefonuma bakmak oluyor. Saatin kaç
olduğundan bile önce, gelen bildirimlere takılıyor gözüm. Uyuyarak geçirdiğim
7-8 saatte neler olup bittiğini bilmeliyim çünkü, geri kalmam mümkün değil. Muhtelif
haberleşme kanalları üzerinden gelen mesajları okuyup, e-postalarımı kontrol
edip yatağımdan iniyorum..." şeklinde başlamış olduğumu düşünüp, buna baya güldüm. Sonra, narsizmin doruklarında gezerken "1. kim olmuş ki acaba yeaa" dedim. Evet, kimleri geçip 2. olduğum değil, "kimin beni geçtiği" çok daha önemli.
İlkokuldan beri dersleri iyi olan, çalışkan bir öğrenci oldum ama ders konusunda herhangi bir hırs yaptığımı, kendime birini hedef seçip "şunu geçmeliyim" dediğimi, bir sınavdan sonra "off X beni geçmiş!" diye hayıflandığımı hatırlamıyorum. Demek ki konu "yazmak" gibi kendime daha çok güvendiğim, aldığım takdirle kendimi daha mutlu hissettiğim bir alan olunca, hırs da yapıyormuşum. (Sonra yarışmada 1. olanın, benim yazın blog'da da bahsettiğim, Öss sonrası tercih döneminde "abla modunda" maillerle sayfa sayfa tavsiyeler verirken, hazırlığı atlayıp pat diye benle aynı dönem olan "Bengüsu" olduğunu öğrenince rahatladım biraz).
Yazmayı, sanırım yazmayı öğrendiğimden beri seviyorum. İlkokulda bilgisayarda saçmasapan hikayeler yazıp, sonra o zamanlar bilgisayarı abimle ortak kullandığımız için onun bile okumasından utanıp hemen sildiğimi hatırlıyorum. En büyük pişmanlığım, ortaokulda baya aylarca düzenli olarak yazıp, 100 küsur sayfaya ulaştığım; çokca İpek Ongun ve muhtelif "genç kızlara yönelik" romanlardan etkilenerek yazdığım ilk roman denememi, bir gün baştan sona göz gezdirip "ıyyy çok saçma bu" diye acımadan silmemdir. Belki de bu, gelişim çağında olmanın bir getirisidir; büyüme ve olgunlaşma hızı şu ankine göre çok daha hızlı olduğu için, daha bir önceki gün yazdıkların bile çocukça ve saçma geliyordur. Keşke kendime gülebilecek olgunluğa erişseymişim, ya da erişecek zamana gelene kadar o yazıları saklayabilseymişim. Şimdiyse, sürekli kitap okuduğum ve etkisinde kalıp bir şeyler yazmaya çalıştığım o yıllara dair elimde kalan tek yazım; ortasonda bana il 1.liği (bak onda birinci olmuşum ama -_-) getiren kompozisyondur. Ve aslında sandığım gibi, kendi kazandığım ilk para, geçen sene rektörlükteki kısmi zamanlı işte çalışarak aldığım değil; o yarışmada kazandığım "yarım altın"dır. Ve halen de; Such as blog'ta da yazarak para kazanıyorum; demek ki henüz bir mesleğim olmasa da ve hatta hangi bölümü seçeceğime bile emin olamasam da; ben aslında 13 yaşımdan beri; toplamda bir asgari ücret bile etmeyecek de olsa, kendi paramı "yazarak" kazanmışım. Para, yaptığın işin somut bir şeye dönüştüğünün bir sembolü; aylardır konuşmadığım, doğru dürüst muhabbetimin olmadığı bir insanın "blog'unu düzenli okuyorum" demesi; çok da yakın olmadığım birinin benle konuşurken "blog'unda da yazmıştın ya geçen" demesi, hepsinden daha büyük bir haz veriyor. Burası beğendirme kaygılı yazdığım bir yer değil, yarışmaya gönderdiğim yazı ya da Such as'e yazdıklarım öyle olabilir; ama burası saçmalayabileceğim, değil üçüncü; ikinci kişileri bile ilgilendirmeyen şeyleri, "kendimi" yazabileceğim bir yer; eğer bunla da okunabiliyorsam ne mutlu bana işte ^_^
Salı akşamı sınavların bitmesiyle; adeta sınav yoksa okul da yokmuş gibi, erken bir tatil moduna girdim, okulda napcağımı şaşırdım. Son sınavdan çıkınca, IC'ye koştum, boyum kadar dergi toplayıp, IC'nin en sevdiğim köşesi olan cam kenarındaki armut koltuklardan birine yayıldım. Hayatımda ilk kez, kuaför dışında, kendi irademle diğer dergilerin arasından seçip "Cosmopolitan" okudum. Başta çakma Carrie Bradshaw'lara "olmaz tatlım, burası New York değil ve yazdığın erkeklerin yarısının gerçekte var olmadığını, bu kadar renkli bir hayatının olmadığını biliyoruz" diye burun kıvırdım, "İlk buluşmada hangi yemek sipariş edilmeli", "Burcunuza göre sex pozisyonları", "Aldatılıp aldatılmadığınızı bu testle öğrenin!" tarzı (başlıkları şu an ben salladım ama genel gidişat bu yönde) yazıları bile kafa dağıtmak için okurken; karşıma bu ara aklıma en çok takılan konuyla ilgili bir yazı çıktı. Alaycılığı bir kenara bıraktım, popom yere değecek kadar kaykılıp oturduğum minderde doğruldum; başladım yazıyı okumaya. "Hımm kadın ne haklı", "aa tam benim düşündüklerim", "ehe evet yaa neden olmasın" derken; ben, Cansu, bugüne kadar Cosmopolitan tarzı dergileri, bu dergileri okuyanlarla, bu konuları haddinden fazla kafaya takanlarla dalga geçen ben, bir Cosmopolitan yazısıyla aydınlandım, ders aldım. Demek ki, her yerde alınabilecek bir şey varmış; sonuçta her insanın bir sürü yönü varmış, hepsini beslemek lazımmış, ben de kadın yönümü besledim, yetmedi o akşam 2 Cosmopolitan daha okudum. Sonra özüme dönüp Uykusuz, Geo, Atlas falan da okudum ama ne yalan söyliyim, Cosmopolitan okurkenki kadar eğlenmedim, kafa dağıtmadım. Hatta Atlas'ta, "Biyoteknoloji ve Biyomühendislik" konulu; hem Biyomühendislere "yaşam mühendisi; doğanın gücünü kendi gücüne katmayı başaran, 21. yüzyılın yıldızları" diyen, hem de "dünyada açlığı bitirmek için değil; tarım işçilerini yoksullaştırmak, kapitalist düzeni beslemek için çalışan, etik kurallarına karşı davranan, uzun vadede doğanın dengesini bozacak canavarlar" diyen; kafası epey karışık bir yazarın yazdığı yazıyı okurken değil eğlenmek; baya sinirlendim. Hı bir de konuyla alakasız; bir araştırmada insanların fotoğrafını çekmişler, sonra photoshopla karşı cinsten birine dönüştürmüşler, tanınmasın diye de azıcık yüzleriyle oynamışlar, insanların %90 küsuru, yüzlerce kişi arasından gidip en beğendikleri kadın/erkek olarak kendi yüzlerinin değişmiş halini seçmiş. Bu da narsizm sayılır mı bilmiyorum, sonuçta kendileri olduklarının farkında değiller ama epey komik olduğu kesin.
İlkokuldan beri dersleri iyi olan, çalışkan bir öğrenci oldum ama ders konusunda herhangi bir hırs yaptığımı, kendime birini hedef seçip "şunu geçmeliyim" dediğimi, bir sınavdan sonra "off X beni geçmiş!" diye hayıflandığımı hatırlamıyorum. Demek ki konu "yazmak" gibi kendime daha çok güvendiğim, aldığım takdirle kendimi daha mutlu hissettiğim bir alan olunca, hırs da yapıyormuşum. (Sonra yarışmada 1. olanın, benim yazın blog'da da bahsettiğim, Öss sonrası tercih döneminde "abla modunda" maillerle sayfa sayfa tavsiyeler verirken, hazırlığı atlayıp pat diye benle aynı dönem olan "Bengüsu" olduğunu öğrenince rahatladım biraz).
Yazmayı, sanırım yazmayı öğrendiğimden beri seviyorum. İlkokulda bilgisayarda saçmasapan hikayeler yazıp, sonra o zamanlar bilgisayarı abimle ortak kullandığımız için onun bile okumasından utanıp hemen sildiğimi hatırlıyorum. En büyük pişmanlığım, ortaokulda baya aylarca düzenli olarak yazıp, 100 küsur sayfaya ulaştığım; çokca İpek Ongun ve muhtelif "genç kızlara yönelik" romanlardan etkilenerek yazdığım ilk roman denememi, bir gün baştan sona göz gezdirip "ıyyy çok saçma bu" diye acımadan silmemdir. Belki de bu, gelişim çağında olmanın bir getirisidir; büyüme ve olgunlaşma hızı şu ankine göre çok daha hızlı olduğu için, daha bir önceki gün yazdıkların bile çocukça ve saçma geliyordur. Keşke kendime gülebilecek olgunluğa erişseymişim, ya da erişecek zamana gelene kadar o yazıları saklayabilseymişim. Şimdiyse, sürekli kitap okuduğum ve etkisinde kalıp bir şeyler yazmaya çalıştığım o yıllara dair elimde kalan tek yazım; ortasonda bana il 1.liği (bak onda birinci olmuşum ama -_-) getiren kompozisyondur. Ve aslında sandığım gibi, kendi kazandığım ilk para, geçen sene rektörlükteki kısmi zamanlı işte çalışarak aldığım değil; o yarışmada kazandığım "yarım altın"dır. Ve halen de; Such as blog'ta da yazarak para kazanıyorum; demek ki henüz bir mesleğim olmasa da ve hatta hangi bölümü seçeceğime bile emin olamasam da; ben aslında 13 yaşımdan beri; toplamda bir asgari ücret bile etmeyecek de olsa, kendi paramı "yazarak" kazanmışım. Para, yaptığın işin somut bir şeye dönüştüğünün bir sembolü; aylardır konuşmadığım, doğru dürüst muhabbetimin olmadığı bir insanın "blog'unu düzenli okuyorum" demesi; çok da yakın olmadığım birinin benle konuşurken "blog'unda da yazmıştın ya geçen" demesi, hepsinden daha büyük bir haz veriyor. Burası beğendirme kaygılı yazdığım bir yer değil, yarışmaya gönderdiğim yazı ya da Such as'e yazdıklarım öyle olabilir; ama burası saçmalayabileceğim, değil üçüncü; ikinci kişileri bile ilgilendirmeyen şeyleri, "kendimi" yazabileceğim bir yer; eğer bunla da okunabiliyorsam ne mutlu bana işte ^_^
Gofret konuyla alakasız |
16 Şubat 2014 Pazar
Serpme
Bilgisayar Mühendisliği seçersem ne denli başarılı ve mutlu olacağımı göreyim diye bu dönem CS 201 ( programlamaya giriş dersi) almaya heveslendim, ama maalesef ne kadar CS okuyan kişiyle konuştuysam, bana sırf bunla hiçbir şeyi anlamayacağımı, mutsuz olcaksam ilerki derslerde açığa çıkacağını söylediler, üzüldüm. Kaldı ki, 2. dönem ekstra ders almak benim için ne kadar mantıklı oldu bilmiyorum çünkü 14 yıllık eğitim-öğretim hayatımda ben her zaman kışın iyi ders çalışan, bahar gelince saldıkça salan, Öss'de bile mayısın ortasından itibaren doğru dürüst ders çalışamayan biri oldum, fresh derslerinin yanında CS neyime. Yine de acele etmemin sebebi, hayatım boyunca yapacağım mesleğe dair doğru kararlar vermek istemem, anlık bi bıkkınlık ya da anlık bi hevesle pişman olcağım bişey yapmak istemiyorum. Hem Bilgisayar Mühendisliği, hem Biyomühendisliğe dair çok fazla hayal kuruyorum, hayatıma dair yapmak istediğim çok fazla şey var, çok fazla yerde çok fazla şey başarmak istiyorum ama nerden başlayacağımı, neyin ucundan tutacağımı bilmiyorum. Hobisini işine, işini hobisine çeviren insanlardan olamayacağımıysa çoktan anladım; benim hayallerim blog yazmakta ya da flüt çalmakta yatmıyor ne yazık ki, flüt hocam bile aşırı yetenekli ve başarılı olduğu halde bence tam olarak hak ettiği yere gelememişken, ben bi 2. oktavda sesi çatlatmamaya bakıyım önce en iyisi.
Neyse, elbette ders şimdilik çok ilgi çekici geldi, ama sürekli ödevlerin ne kadar vakit alcağından bahsedilince yine tereddüt ettim, fakat amfi dersinde sorduğum soruyu hoca beğenince yine heveslendim, sonra bunu abime ve Sina'ya anlattım, ki ikisi de CS mezunu, onlar da beğendi çünkü bilmeden ilerki konularla ilgili bişeye değinmişim, bi daha sevindim. Şimdilik bi başarım olarak soru soruyorum, belki bi gün cevap da veririm heheh.
Her ne kadar feminist geçinsem de, konu kadın olunca, seksist ya da küçük gören yorumlara karşı çok hassas ve aşırı tepkili olsam da, maalesef ben de bugüne kadar, kendimi hemcinslerimden soyutlayıp; minicik şeyleri abartan, depresyondan depresyona koşan drama queen'lere "heh, dümdüz kız işte" dedim, kız beyniyle, duygusallığıyla dalga geçtim. Çok acı bir şekilde anladım ki; benim de onlardan pek bir farkım yokmuş. Çünkü istediğin kadar aslını inkar et; 2 X kromozomu yan yana gelmeye görsün, saçmasapan olayları, saçmasapan insanları, saçmasapan ihtimalleri kafaya takmak eksik olmuyormuş. Resmen can sıkıntısından kendime sinir olacak şeyler yaratabiliyorum ve bunu Atakan'a anlattığımda "Çok normal, çünkü kızsın. Bi kıza göre az bile duygusalsın, ama yine de kızsın" dedi. Ve maalesef Atakan haklıydı. Üstelik benim kendi sorunlarım da minicik şeyler; hani vücudunda ufak bi acı olduğunda onu yoğun hissedersin, sonra daha yoğunu gelince daha güçlü olanı hissedersin, artık az olanı hissetmezsin bile ya, benim de daha büyük dertlerim olmadığı için o anki küçük sorun bile gözümde kocaman olabiliyor. Yani benim hep yoğun olmam lazım, kendi halime bırakılınca vaktimi saçmasapan şeyleri kafaya takarak geçiriyorum. Hani Bridget Jones'un Günlüğü 2'de, Bridget Tayland'daki hapishanedeki kadınlara "sevgilim iğrenç bi insan" diyodu, kadınlardan biri "evet benimki de öyle, beni zorla başka adamlara sattı", diğeri "beni zorla eroine alıştırıp, eroin satmaya zorladı" derken, Bridget'a döndüklerinde "ehe, benimki de hukuk resepsiyonunda yanıma oturmadı" diyordu ya; ciddi sorunları olan insanların yanında benimkiler de böyle kalıyor işte. Az önce Bridget Jones'dan alıntı yaparak, paragraf içinde baya tutarlılık sağladım.
Tabu Notları
"Çölde yaşayan hayvan"
"Kutup ayısı"
"EVET!"
"Erkeklerin sıçtığı yer"
"Pisuar"
"Oha öyle bişey yapmıyoruz, çok yanlış anlamışsınız"
"Ben nası bi insanım"
<derin sessizlik>
"Abi ya.."
"Yeşil canlı. Shrek, Hulk, Yoda, Goblin falan demeyin ama"
"???"
"Kelime 'bitki'ydi yalnız"
Rakip takım anlatırken yasaklı kelimeleri "dütlemek" için kontrol etmeye gitmişken onlara yardım edince 3 takım arkadaşımın aynı anda koşarak gelip kolumdan tutup yerime oturtması, mimiksiz anlatma geldiğinde "ayağıyla mimik yaptı!" lafı, "BEN ÇİRKEF DEĞİLİM!" atarı akılda kalan diğer komik detaylar oldu. Tabuda da önemli olan, kimin kazandığından çok bu komik diyaloglar zaten.
Ama biz kazandık, o ayrı.
Neyse, elbette ders şimdilik çok ilgi çekici geldi, ama sürekli ödevlerin ne kadar vakit alcağından bahsedilince yine tereddüt ettim, fakat amfi dersinde sorduğum soruyu hoca beğenince yine heveslendim, sonra bunu abime ve Sina'ya anlattım, ki ikisi de CS mezunu, onlar da beğendi çünkü bilmeden ilerki konularla ilgili bişeye değinmişim, bi daha sevindim. Şimdilik bi başarım olarak soru soruyorum, belki bi gün cevap da veririm heheh.
İlk kodla, yeni doğmuş gibi dünyayı selamlamak, CS'in sevdiğim taraflarından biri |
Tabu Notları
"Çölde yaşayan hayvan"
"Kutup ayısı"
"EVET!"
"Erkeklerin sıçtığı yer"
"Pisuar"
"Oha öyle bişey yapmıyoruz, çok yanlış anlamışsınız"
"Ben nası bi insanım"
<derin sessizlik>
"Abi ya.."
"Yeşil canlı. Shrek, Hulk, Yoda, Goblin falan demeyin ama"
"???"
"Kelime 'bitki'ydi yalnız"
Rakip takım anlatırken yasaklı kelimeleri "dütlemek" için kontrol etmeye gitmişken onlara yardım edince 3 takım arkadaşımın aynı anda koşarak gelip kolumdan tutup yerime oturtması, mimiksiz anlatma geldiğinde "ayağıyla mimik yaptı!" lafı, "BEN ÇİRKEF DEĞİLİM!" atarı akılda kalan diğer komik detaylar oldu. Tabuda da önemli olan, kimin kazandığından çok bu komik diyaloglar zaten.
Ama biz kazandık, o ayrı.
6 Şubat 2014 Perşembe
Zaman Kapsülü
Futureme.org diye bir site var. Gelecekteki kendine mektup yazıp, mail'ını verip yollayabiliyorsun, istediğin zamanda iletiyorlar, en erken 1 ay sonraya, en geç 50 yıl sonraya kadar. Bir çeşit online zaman kapsülü yani. Ben ilk mektubumu yollayalı 4,5 yıl geçmiş üstünden; yazı dili, o zamanki hayaller, her şey o kadar farklı ki. Öss'ye hazırlanırken yazdığım bir mektupta da şöyle demişim "sen bunu okuduğunda, yazmamın üstünden 1 yıldan fazla geçmiş olcak. Nerde okuyacağını, ne okuyacağını hiç bilmiyorum, ama 1 yıl sonraki Cansu'ya daha çok güveniyorum, biliyorum ki pişman olcağın bi karar vermemişsindir. Nerde nası olursan ol, çevrenin kafa dengi diyebileceğin bir sürü insanla dolu olmasını umuyorum, bu da yeterince büyük bi dilek zaten şu anki çevreni düşününce :P ". Liseye göre kat be kat daha fazla sevdiğim bir okulum ve arkadaşlarım olduğu için bu dileğimi gerçekleştirdiğimi gönül rahatlığıyla 2011'deki Cansu'ya iletmek istiyorum. Gözün arkada kalmasın, çok güzel bir karar verdin hayatınla ilgili. Gerçi arkada değil önde kalıyor göz sanki. Kehkehkeh.
Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini, birkaç gün önce tekrar Melis, Esin ve Ceren'le buluşunca düşündüm asıl. Biz ne zaman "büyüyünce ne olcaksın" muhabbetlerinden, ciddi ciddi kariyer planları yapıyor hale geldik ki? Daha birkaç yıl önce haftasonu dersaneden sonra sevgilisiyle sinemaya gitme planı yapan arkadaşım, şimdi o sevgilisiyle aynı evde yaşıyor, geçen ay doğalgaz faturalarının ne kadar çok geldiğini, son zamanlarda ne çok misafir ağırladıklarını falan anlatıyordu üstelik. Fakat bir noktada, Melis Skolyoz'unu, ben kistlerimden dolayı kullandığım ilacı, Ceren ayağındaki kemik problemini anlatırken "nooooluyo bize, niye 60 yaşında gün teyzesi muhabbetine döndük bi anda" diye, büyüme evresini geçip direkt yaşlanmaya başladığımızı düşünmedim değil. Akşamın devamında yaş sınırı için kimlik soran görevlinin biraz keyfimi yerine getirdiğini bile söyleyebilirim bu yüzden, 1 ay kadar önce İstanbul'da aynısı olduğunda içten içe kızdığım halde. Galiba artık küçük gösterdiğim için üzülme evresinden, "olsun olsun, bi kaç seneye iyi olcak bu" diye düşünme evresine geçmemin zamanı geldi; kaldı ki o kadar küçük gösterdiğimi de düşünmüyorum o ayrı.
Birkaç gün önce, Philip Seymour Hoffman, ki kendisini pek çok filmde büyük-küçük rollerde görmüştük, vefat etti. Vefat nedeni vs. hiç önemli değil de, ölmeden önce "The Hunger Games: Mockingjay"in 2 part halinde yayınlancak son filmlerini çekiyordu, ki önemli de bir rolü vardı. Ama adamcağız ölünce önemli olan tek şey filmin yarıda kalmasıymış gibi (adamın hayatı yarıda kaldı be!) yapım şirketi Lionsgate'in yöneticisi anında "ya merak edilcek bişey yok, zaten 9 günlük çekimi kalmıştı, önemli ve duygusal sahnelerdi de ama pek çok geçici sorunla karşılaşsak da filmi yaratıcı bir şekilde tamamlayacağız" diye açıklama yapmış. Oh yani cidden, o zaman Hoffman'ın ölümü eskisi kadar üzücü olmadı demi? Hatta o 9 günü de tamamlasa hiç sorun olmayacakmış da... Hayatımda bu kadar net "kasap et derdinde, koyun can derdinde" olayı görmemiştim. "Hollywood işte, nolcak, bi yığın duygusuz adam" diye klişenin dibine de vurayım madem.
"Ne yaşadığını unutabilirsin, ama ne hissettiğini asla unutmazsın" diye bi laf var ya, işte o baya yanlış. Neler yaşadığımı saniye saniye sayabilirim şurda da, ne hissetmiştim ne düşünmüştüm gerçekten hatırlayamıyorum çoğu zaman. Ama daha sonra yapcaklarıma karar vermem için, o an ne düşündüğümü bilmem lazım; çünkü bir sorumluluğum var onları yaşayan Cansu'ya karşı. Benim o an ne düşündüğümü benden iyi bilen-hatırlayan tek şey günlüğüm olduğu için, ilk ona sarılıyorum ben de. Bana en dürüst davranan, en doğru akıl veren de geçmişteki Cansu oluyor haliyle. Günlüğüm ve Futurme'den kendime yazdığım mektuplar sayesinde geçmişle bağımı hep sıkı sıkı korumuş oluyorum, zaten bu yüzden de yazarken ilerde okumak üzere geleceğe dair tahminler yapıyorum. Her şey planladığım gibi gitseydi çok sıkıcı olcağı için, olayların tahminimin dışında gelişmesini de bi o kadar seviyorum. O değil de, keşke geleceğe değil de, geçmişe de ulaştırabilseydik yazdıklarımızı, sadece 1 şansım bile olsaydı bunun için ve en azından "dikkatli bak etrafına" diyebilseydim geçmişteki Cansu'ya... Maalesef henüz böyle bir teknoloji, Futureme'de bile mevcut değil, denemiş oldum çünkü.
Ah zaten bi de bunu yapsan Futureme... |
Ben çocukken büyükler doğum günlerinde, yılbaşılarında "zaman ne çabuk geçiyor" dediğine durur düşünür, "oha nası yavaş geçiyor, koskoca BİR YIL geçti bi kere" derdim, o zamana kadar geçen ömrüme kıyaslayınca çocukken 1 yıl büyük oluyor tabii. Şimdiyse oturup, okulda geçireceğim 10 dönemden 3'ünün geçtiğini düşündükçe içime sıkıntılar giriyor "mezun olmak istemiyorum" diye mesela, çünkü aslında geri kalan 3,5 yılın çok değil, baya az bir zaman dilimine işaret ettiğini görebiliyorum. Bi de Ekşi'de gördüm bugün, "Hayalet Sevgilim" şarkısı çıkalı 9 yıl olmuş. 9 yıl ne demek? Ortaokulda sınıfta muhabbetini yaptığımızı çok net hatırlıyorum biri gelir "kızın sevgilisi askerdeymiş, kavga etmişler, o gece çocuk ölmüş, kız da ona yazmış", biri "yok yok kansermiş", diğeri gelir "benim ablam o İrem'i tanıyo, sevgilisi intihar etmiş" derdi falan. 9 yıl geçmiş olması o kadar saçma ki.
Zamanın ne kadar hızlı geçtiğini, birkaç gün önce tekrar Melis, Esin ve Ceren'le buluşunca düşündüm asıl. Biz ne zaman "büyüyünce ne olcaksın" muhabbetlerinden, ciddi ciddi kariyer planları yapıyor hale geldik ki? Daha birkaç yıl önce haftasonu dersaneden sonra sevgilisiyle sinemaya gitme planı yapan arkadaşım, şimdi o sevgilisiyle aynı evde yaşıyor, geçen ay doğalgaz faturalarının ne kadar çok geldiğini, son zamanlarda ne çok misafir ağırladıklarını falan anlatıyordu üstelik. Fakat bir noktada, Melis Skolyoz'unu, ben kistlerimden dolayı kullandığım ilacı, Ceren ayağındaki kemik problemini anlatırken "nooooluyo bize, niye 60 yaşında gün teyzesi muhabbetine döndük bi anda" diye, büyüme evresini geçip direkt yaşlanmaya başladığımızı düşünmedim değil. Akşamın devamında yaş sınırı için kimlik soran görevlinin biraz keyfimi yerine getirdiğini bile söyleyebilirim bu yüzden, 1 ay kadar önce İstanbul'da aynısı olduğunda içten içe kızdığım halde. Galiba artık küçük gösterdiğim için üzülme evresinden, "olsun olsun, bi kaç seneye iyi olcak bu" diye düşünme evresine geçmemin zamanı geldi; kaldı ki o kadar küçük gösterdiğimi de düşünmüyorum o ayrı.
Birkaç gün önce, Philip Seymour Hoffman, ki kendisini pek çok filmde büyük-küçük rollerde görmüştük, vefat etti. Vefat nedeni vs. hiç önemli değil de, ölmeden önce "The Hunger Games: Mockingjay"in 2 part halinde yayınlancak son filmlerini çekiyordu, ki önemli de bir rolü vardı. Ama adamcağız ölünce önemli olan tek şey filmin yarıda kalmasıymış gibi (adamın hayatı yarıda kaldı be!) yapım şirketi Lionsgate'in yöneticisi anında "ya merak edilcek bişey yok, zaten 9 günlük çekimi kalmıştı, önemli ve duygusal sahnelerdi de ama pek çok geçici sorunla karşılaşsak da filmi yaratıcı bir şekilde tamamlayacağız" diye açıklama yapmış. Oh yani cidden, o zaman Hoffman'ın ölümü eskisi kadar üzücü olmadı demi? Hatta o 9 günü de tamamlasa hiç sorun olmayacakmış da... Hayatımda bu kadar net "kasap et derdinde, koyun can derdinde" olayı görmemiştim. "Hollywood işte, nolcak, bi yığın duygusuz adam" diye klişenin dibine de vurayım madem.
28 Ocak 2014 Salı
Oh la la
Bir insanın sahip olabileceği en büyük lütuf, küçük şeylerden mutlu olabilmesi, bunu zaten herkes biliyor. Artık kimsenin benim kadar gülmediği bir şeye çok gülmeyi, kimsenin benim kadar mutlu olmadığı bir olaya çok mutlu olmamı yadırgamıyorum, illa bir ortak aramıyorum kendime. Ben, yanımda oturan hiç tanımadığım insanın uzattığı bir parça çikolatanın arkasındaki incelikten dolayı bile, gün boyu mutlu kalabiliyorum. Yolda yürürken aynı hizada karşı karşıya geldiğim insanla, birbirimize yol vermeye çalışırken aynı taraflara çekilip, 3-4 denemede anca kitlemeden geçebildiğimizde de kahkaha atıyorum, karşımdaki ifadesiz geçip gidebilirken. 5 arkadaş, methini hepimizin duyduğu, Mina ve ben hariç üçünün, yani Gizem, Meryem ve Esma'nın daha önce pek çok kez gittiği J'adore'a gittik 2 hafta kadar önce. Daha doğrusu, J'adore'da oturacak yer olmadığından, sahiplerinin de aynı olduğu bu yüzden aynı menünün geçerli olduğu La Fontana'da oturduk. Sadece bulunduğum yerden dolayı da mutlu olabiliyorum ben işte. Ve ne mutlu ki, daha önce defalarca oraya giden arkadaşlarım bile mutluluğuma ortak olabildi. Ortamın sıcaklığı ve naifliği, kendi çikolatalarını yaparak ürettikleri, aynı anda hem sufle hem fondü yiyormuş lezzeti veren, adı bile şirin mi şirin "Oh la la beatrice", girişte bir kavanozda gelen gidene ikram etmek için hazır bulunan çikolatalar, masalardaki "çiçeklerin koparılmaması ve kulağa takılmaması rica olunur" notlarından bu olayın 60 küsur yıldır ne kadar çok yaşandığını görmek, fonda La vie en rose (Ah, La vie en rose, bütün efsanevi aşkların fon müziği. Spoiler olmasın diye bişey demiyorum da, bi dizinin bu hafta yayınlanan bölümünde bu özelliğini tekrar kanıtladı) ve minvalinde şarkılar çalınması, ve bütün bu güzel ortamın İstanbul'da bulunuyor olması saatler boyu kendi kendime gülümsememe yetti. Sadece bir kafe, bir tatlı ne kadar mutlu edebilir ki insanı? Beni etti işte.
Şirinlik, naiflik demişken, birkaç gün önce çok tatlı bir film izledim; The Science of Sleep diye. Ben uyku ve rüya üzerine, yarı bilim-kurgu yarı fantastik bir film beklerken, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Jeux D'enfants gibi, hem psikopatça hem de pamuk şeker tatlılığında bir film çıktı. Zaten, filmi de Eternal Sunshine of the Spotless Mind'la aynı kişi, Fransız yönetmen Michel Gondry yönetmiş. Bu arada; tatilin başından beri The Great Gatsby, The Science of Sleep, Sleepless in Seattle, Sweet November (daha ilk kez izledim evet) ve Despicable Me (bunu 2. kez izledim) olmak üzere 5 film izlemiş, baştan sonra Pinhan'ı okuyup bitirdim, şimdi Madame Bovary'yi okuyorum. Üstüne de, LOTR, Star Wars, Harry Potter filmleri arasında, hangi hafta hangisinin 2.-3. kez maratonunu yapsam diye düşünüyorum. Tatil ne güzel şey.
Tatilde evde otururken, paspal olmayı seviyorum. Evet, hem de özellikle. 3-4 gün dışarı çıkmadan evde olduğum periyodları itinayla pijamayla geçiriyorum, ojelerimi silip, günlerce saçım toplu geziyorum. Adeta kendime bakmayınca, daha bi salmış bu yüzden daha bi dinlenmiş hissediyorum. En paspal kıyafetlerimi seçerken de bugün, neden bunları aldığımızı düşündüm. İnsanın dolabında normal kıyafetlerinin yanında bol eşofman, renksiz kıyafetler varsa, bi dönem paspal olmak istiyo demektir. Bi tercih bu, bilerek isteyerek "ben şık olmak istemiyorum" tercihi. Niye alıyoruz bunları? Ve hatta daha derine gidiyim, çok zevksiz, ne bileyim mor üzerine sarı puantiyeli, iğrenç çingene pembesi cırt gömlekler, saçma sapan çiçek desenli elbiseler neden üretiliyor mesela? Kime hitap ediyor bunlar? Bunları alan insanlar, gerçekten güzel olan kıyafetleri kötü mü buluyor mesela? Kitsch nedir, neden vardır?
O değil de, ben lisede 4 yıl ve üniversitedeki şu 1,5 yılımda, saçlarım hep düz gezdim. Hep ama. Hadi yazın tabi ki sürekli duş alınca mecbur doğal saçımla takılıyodum da; onun dışında 5,5 yılda anca 5,5 gün falan dalgalı saçla okula gitmişimdir. Hayır saçım dengeli ve düzenli bi dalgalı olsa, ben de manyak mıyım habire fön çektiriyim, düzleştiriyim; lakin bi yıkayışta Bihter fönüne taş çıkartcak cinsten güzel güzel kıvrılırken, bi yıkayışta saçımı süpürge etmişim, 200 V elektriğe maruz kalmışım gibi oluyor. Şimdi evdeyim ya ama mesela, kuaförde maşa yaptırmışımcasına düzgün her seferinde. Göt. Bi de kime "bak doğal saçım" diye foto yolladıysam "bu sana daha çok yakışmış" dedi; Mina'ya ilk gün fotoğrafı yolladığımdan beri bana her gün kendi fotoğrafımı Whatsapp'tan geri yolluyo ucuna kalpler falan ekleyerek. Bi de tabi onun saçı düz olduğu için, dalgalı saçları daha çok seviyo bence. Çünkü komuşunun tavuğu komşuya kaz. Bahçesindeki çimen de daha yeşil.
Şirinlik, naiflik demişken, birkaç gün önce çok tatlı bir film izledim; The Science of Sleep diye. Ben uyku ve rüya üzerine, yarı bilim-kurgu yarı fantastik bir film beklerken, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Jeux D'enfants gibi, hem psikopatça hem de pamuk şeker tatlılığında bir film çıktı. Zaten, filmi de Eternal Sunshine of the Spotless Mind'la aynı kişi, Fransız yönetmen Michel Gondry yönetmiş. Bu arada; tatilin başından beri The Great Gatsby, The Science of Sleep, Sleepless in Seattle, Sweet November (daha ilk kez izledim evet) ve Despicable Me (bunu 2. kez izledim) olmak üzere 5 film izlemiş, baştan sonra Pinhan'ı okuyup bitirdim, şimdi Madame Bovary'yi okuyorum. Üstüne de, LOTR, Star Wars, Harry Potter filmleri arasında, hangi hafta hangisinin 2.-3. kez maratonunu yapsam diye düşünüyorum. Tatil ne güzel şey.
Tatilde evde otururken, paspal olmayı seviyorum. Evet, hem de özellikle. 3-4 gün dışarı çıkmadan evde olduğum periyodları itinayla pijamayla geçiriyorum, ojelerimi silip, günlerce saçım toplu geziyorum. Adeta kendime bakmayınca, daha bi salmış bu yüzden daha bi dinlenmiş hissediyorum. En paspal kıyafetlerimi seçerken de bugün, neden bunları aldığımızı düşündüm. İnsanın dolabında normal kıyafetlerinin yanında bol eşofman, renksiz kıyafetler varsa, bi dönem paspal olmak istiyo demektir. Bi tercih bu, bilerek isteyerek "ben şık olmak istemiyorum" tercihi. Niye alıyoruz bunları? Ve hatta daha derine gidiyim, çok zevksiz, ne bileyim mor üzerine sarı puantiyeli, iğrenç çingene pembesi cırt gömlekler, saçma sapan çiçek desenli elbiseler neden üretiliyor mesela? Kime hitap ediyor bunlar? Bunları alan insanlar, gerçekten güzel olan kıyafetleri kötü mü buluyor mesela? Kitsch nedir, neden vardır?
Selin'in, Urfa'da çektiği bir fotoğraf. Neden klişe yaşlı teyze elbisesi diye bişey var, onlar için de farklı şeyler üretilse? |
15 Ocak 2014 Çarşamba
Koskoca bir dönem / Bir dönem dediğin ne ki
Ve şaka maka dün koskoca 1 dönemi kapatıp geldim, eve döndüm. 1 ayda da olsa özlemişim, iniş için alçaldığımızı anons ederken "değerli misafirlerimiz, güzel İzmir'e kavuşmuş bulunuyoruz" diyen pilot kadar olmasa da. Gelir gelmez gece 4'e kadar oturup günlük niyetine Atilla'ya olan biteni anlatırken, 1 dönemde aslında ne çok şey olduğunu fark ettim. Öncelikle, toplam 8 ders verdim, maksimum 20 krediyi dolu dolu kullandım (tamam zaten standart 17'ydi). Arada 3 kez İzmir'e geldim. Bir tane güzel mi güzel Olimpos tatili geçirdim. Hepsinden önemlisi, konsere çıktım. Geçen seneye oranla kat be kat daha yoğun olsam da, çok daha fazla ders çalışsam da (zaten hazırlık anaokulundan sonra eğitim-öğretimin en rahat yılıydı, itiraf edelim), çok daha fazla gezdim, çok daha fazla eğlendim, çok daha fazla İstanbul'da yaşadığımı hissettim. Bütün bu yoğunluk ve yorgunluğu kendime zaman ayırmayla dengelemek için "time management"ta baya geliştim, 24 saati maksimum verimle kullanmayı öğrendim. Önceden tanıdığım pek çok insanı bu sene gerçekten "tanıdım", bazıları inanılmaz güzel bir sürpriz oldu çünkü çok sevdim, bazıları da hayal kırıklığı oldu. Bir sürü de yeni insan tanıdım bu dönem, onların da çoğunu çok sevdim, ne kadar hızlı hayatımın parçası olduklarını anlayamadan sıkı sıkıya bağlandım hep ordalarmış gibi; sonra sevdiklerimin bi kısmını da eskisi gibi sevmemeye başladım. 3 tane kocaman hata yaptım bu dönem, 3'ü için de bugüne kadar yaptığım tüm hatalarda dediğim gibi "yaşanması gerekiyormuş, deneyimmiş" dedim pişman olmamak için. Hiç istemediğim halde, birbirini hiç sevmeyen ama benim sevdiğim insanların arasında kaldım, alakasız olaylara bulaştım. Ama bunlardan da pişman olmadım bak mesela, eskiden sevdiğim insanların arası bozuldu mu, arada kalınca napcağımı bilemezdim; onu da idare etmeyi öğrendim.
George Costanza'ya olan benzerliğim hayli üzse de, evet aynen bende de var bu düşünce. Bana bunun dünyanın en gerzekçe düşüncesi olduğunun söylemesine de gerek yok, yeterince farkındayım çünkü. Evet, bi insanın beni sevmediğini bilince huzursuz oluyorum, benim sevmediğim bi insan olsa dahi. İlla üstüne gidiyorum anlamsızca, kimse hakkımda "kötü düşünmesin" diye. Belki de bu yüzden, her yerde beni ne kadar sevmediğini söyleyen kıza bile her gördüğümde çok cici davranıyorum. Olay sadece sevgi arsızlığından ibaret değil aslında zaten, "insanlar benim hakkımda ne düşünüyor" kaygısı zaten. Oldum olası öyle kıskandım ki başkalarının hakkında ne düşündüğünü umursamadan yaşayan, yaptığı eylemlerin yansımasının nasıl olacağını hesaplamadan yaşayan insanları, bu özelliğimi değiştirmek için çok uğraştım. Bu yüzden Meryem "yeni tanıyan insanlar sevmez beni, gıcık-soğuk kız diyolar hakkımda" dediğinde hayran kaldım onun bunu söyleyiş tarzına. O gülerek anlatırken, aynı şey bende olsa "yaa insanlar benim için çok soğuk çok gıcık diyormuş, niye böyle diyormuş ki, napmışım acaba, hangisi demiş, kesin o gün canım sıkkındır, yanlış anlamıştır, düzeltmem lazım, ayıp etmişim, hep öyle sanmasın bari" falan derdim heralde. Sadece "yanlış tanıma" bağlamında değil, genel olarak her büyük-küçük her yanlış anlaşılmanın üzerine üzerine gidiyorum, kimsenin aklında gerçeğinden farklı bi düşünce kalmasına izin veremiyorum, illa ki düzeltiyorum ki mutlu ve huzurlu bir insan olarak hayatıma devam edebileyim. Devamında "lan şimdi de dışardan her şeyi fazla ciddiye alan, fazla takan bi insan gibi mi görünüyorum acaba?" sanrısı falan var ki, hiç girmiyorum.
Bunu da burda yazıp gündeme getirip getirmeme konusunda kararsız kaldım ama, başka seslenebileceğim bir yer yok. SpottedSabanci gibi okulda ne kadar boş, gereksiz, liseli kafasında insan varsa ortaya döken, onların anonim olarak milletin dedikodusunu yapmasını sağlayan bi twitter hesabı var. Hesabı açan belli değil, zaten connected2'dan ona yazanları kopyalamak dışında bir insiyatifi de yok, ne kadar sığ olduğunu dışarı vurma fırsatını kaçırmayanlar oraya yazanlar. Değil lise, ortaokul seviyesinde dedikodular, ilişki muhabbetleri dönüyor orda, kızlar ayrı erkekler ayrı çekiştiriliyor. Benim de adım geçti geçtiğimiz günlerde, direkt ad-soyad ve üye olduğum kulüpten kaç girişli olduğuma, yazdığım blog'dan oda arkadaşıma bütün belirleyici özelliklerim ifşa edile edile dönmüş muhabbetim, hesabı takip etmediğim için ertesi gün öğrendim, benim üzerimden kendi aralarında atıştıklarını falan okuyunca "hıı oldu o zaman, bana dicek bişey kalmamış" deyip kapattım aynen. Birkaç seneye üniversite mezunu olup hayata atılacak, daha ciddi daha aklı başında insanlar olmasını beklediğim topluluğun tweet'lerce sevgilim olup olmadığı, güzel olup olmadığım, kimin tipi olup kimin olmadığım hakkında konuştuğunu görünce bu yüzden hayal kırıklığına uğradım. Evet, insanların ne düşündüğünü fazla umursuyorum dedim ama bu sefer olay o değil. Gerçekten başkaları hakkında çok kırıcı şeyler yazıldığını duydum, fakat benim hakkımda 1-2 yorum hariç çok güzel şeyler yazışmıştı ve 800 kişinin önünde, özelimi ortaya döküp saçma sapan tweet'ler içinde, anonim olarak değil de, günlük hayatta duysam çok çok mutlu olacağım şeyler vardı. İşin kötüsü, hakkımda bildiklerine bakılırsa oraya yazanların bir kısmı beni az çok tanıyan ve bilen insanlar, dolayısıyla "Spotted'da adım geçti, piyasa oldum" diye sevinecek biri olmayacağımı, oraya malzeme olduğum için rahatsız olacağımı düşünecek hassasiyeti beklerdim. Kim olduklarını bilmiyorum, yazdıkları güzel şeyler için sağ olsunlar, ama bunun Spotted gibi Sabancı'ya yakışmayan bir platformda yazılması gereksizdi ve birinin hayatı onlarca başka hayatla bağlantılı olduğu için, birini överken hakkında bir şey yazarken, başka hayatlara da dokunabiliyor insan.
Sadece şunu itiraf etmek istiyorum ki; orada yazılan bütün yorumlar bir tarafa "Muzikus'taki blog yazan kız" olarak tanınmak baya hoşuma gitti aslında.
Neyse, şimdi önümde beynimi minimum seviyede çalıştıracağım, sadece çok özlediğim insanlarla vakit geçirip çok özlediğim yerlere gitmek için dışarı çıkıp, onun dışında evde ailemin dizinin dibinde oturup IC'yi fazlasıyla sömürüp getirdiğim kitaplarımı okuyup, dönem içinde stokladığım dizi ve filmlerimi izleyeceğim, uyku düzenimin içine edip, yeme alışkanlığımı annem sayesinde düzenleyeceğim, araya giren yüzlerce kilometre sayesinde olayları ve insanları daha dışardan daha objektif inceleyebileceğim, bütün bir günü ailemin yüzünü görmek dışında yatakta geçirsem de yapmak, yetiştirmek zorunda olduğum hiçbir şeyi kaçırmayacağım, hangi günün hangi saatini yaşadığımızın farkında bile olmayacak kadar salacağım bi tatil var. İyi ki var.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)