21 Eylül 2019 Cumartesi

Paylaşım

Blogspot'u takip eden sanırım kimse kalmadığı için, bu yazıma Facebook veya Instagram, yani sosyal medya hesaplarımdan biri üzerinden ulaştınız. Bu da demektir ki, sosyal medya ile bağlarımın hiç de azımsanmayacak bir ölçüde olduğunu zaten biliyorsunuzdur. Bu günlerde yine bu mevzuya kafa yormaya başlamışken, sosyla medya benim için ne ifade ediyor diye kendimi sorgularken, dedim ki bunu neden yazıya dökmüyorum. Çünkü "ee hani blog yazmaya dönmüştün" diyen canım arkadaşlarım var, halbuki ben yazacağım dedim eskisi gibi her hafta yazacağım demedim ki kehkeh; şaka bir yana, 3 hafta olmuş. Zaman hızlı geçiyor, onu da anlatırım.

Ben kendimi bildim bileli kameralara oynarım. Bunu web 2.0 araçları hayatımıza girmeden, oturup ailece kamera görüntülerini izlememiz dışında kimsenin görmeyeceği görüntüler çekilirken de yapardım. Seviyorum göz önünde olmayı, huyum kurusun. Gördüğüm her kameraya atlamak, poz vermek ya da deli gibi her anıyı biriktirme isteği bende default gelen bir özellik. E kamera aşkı tamam, anı biriktirme aşkı ekte, bir de göz önünde olmayı koyduk mu; sosyal medyanın hamuru benim için yoğurulmuş gibi bir şey çıkıyor ortaya. Ama fark ettim ki, benim göz önünde olma isteğim tamamen sevdiğim insanlar üzerine kurulu. Sevdiklerimin ilgisini çekmek istiyorum ben, bu yüzden nicelikle değil nitelikle ilgileniyorum, daha doğrusu "kaç kişi beğenmiş şu fotoğrafı" değil; "yakın arkadaşlarım görmüş mü" esas mevzu. Fotoğrafımın yüzlerce beğeni almasının bana takdir edersiniz ki bir getirisi yok; çünkü takipçi sayısı veya beğenileri üzerinden sponsorluk bulup para kazanan bir influencer değilim, öyle renkli bir hayatım da olamaz zaten. Lab'a gidip geliyorum, ev, spor, kurs falan, kedim var bi en çok o ilgi çekiyor Instagram'da sanıyorum ki; hah bir de yurtdışında master yapıyor olma detayı tabii. Aa erken yaşta evlenmem de çok ilgi çekmiş, evlendiğim dönemde takipçi sayım epey artmıştı. 1 ay sonrasında da zaten Hamburg'a taşındım derken; beni takip eden tanımadığım kişilerden gelen mesajlardan anlıyorum ki; en çok bu yurtdışı ve evlilik konusu ilgi çekmiş, insanların hayatına dokunmuşum. Çok çok güzel mesajlar aldığım oluyor, onlara içtenlikle çok mutlu oluyorum, alelade yaşantımla birilerine örnek olabileceğim gerçeği beni çok hayrete düşürüyor; ama tespit ettiğim şey şu oldu ki; ben esasen sosyal medyayı ailem ve arkadaşlarımla sürekli iletişim içersinde olmak için kullanıyorum.

Neleri paylaşıyorum en çok sosyal medyada? Gezdiğim gördüğüm yerleri, yaptığım şeyleri. Yediğimi içtiğimi de paylaşıyorum bazen, sokakta bir şey yiyip içmenin ayıp sayıldığı "alan var alamayan var" mentalitesiyle yetiştirildiğim için bu olay beni huzursuz etse de bunu da görselliğinden dolayı yapıyorum yaparsam. Gezdiğim gördüğüm yerleri, yaptığım şeyleri neden paylaştığım üzerine çok kafa yordum, saatlerce Esin'le tartıştık bu konuyu hatta. Hava mı atmak istiyoruz? Kendimizi ispat amacı mı taşıyoruz? Bakın ben de yaşıyorum, benim de güzel bir hayatım var deme ihtiyacı mı? Beynim hemen "HAYIR HAYIR" diyor ama eminim ki bunların da bir payı vardır. Ama sosyal medya alışkanlığım üzerine biraz geriye dönüp bakınca fark ettim ki; kullanımım en çok Hamburg'a taşındıktan sonra artmış. Bu hem yukarıda bahsettiğim paylaşmaya değer daha çok şeyim olmasından, hem de Eren hariç sevdiğim insanların hepsinden, baya baya hepsinden, bir anda uzağa taşınınca onlara hayatımdan haber vermek, onların yaptıklarını an be an takip edebilmek için artmış. Buraya taşınmadan önce hayatımın son 5 senesinde, arkadaşım olan insanların neredeyse tamamıyla bir kampüsün içinde yaşıyordum; hepsini her gün görüyor, hayatlarından zaten haberdar oluyor, bir şey yapılacaksa da onu hali hazırda birlikte yapıyor oluyordum. Sevdiğim insanlarla iletişim benim için gerçekten çok önemli, kedim kucağımda uyusa Whatsapp'tan aile grubuna gönderip haber veren, bakıcılığını yaptığım bebek ilk kez adımı söylediğinde Instagram'dan paylaşıp yetmez gibi tüm yakın arkadaşlarıma videosunu Whatsapp'dan gönderen bir insanım. Paylaşmadan, iletişim içinde olmadan duramıyorum, bu insanlarla zaten düzenli haberleşiyor oluyorum bu arada; sosyal medya işin ekstrası artık "hiçbir detay atlanmasın" kısmı. Varsa bir bağımlılığım, sosyal medyaya değil de sevdiğim insanlarla iletişimde kalmaya bağımlılığım var benim sanırım.

   Bu hipokrit de kim, aa benmisim

Yine de bağımlılık bağımlılıktır. Altında yatan amaç ne olursa olsun, iş benim sosyal medya app'lerinde uzun vakitler geçirmem, hayatından özel olarak haberdar olmak istediklerim dışında oradan buradan "ayıp olmasın" diye ekleştiğim, veya bir merak takip ettiğim ama artık alışkanlıktan takipten çıkarmadığım insanların da hayatına maruz kalmamla sonuçlandı. Beynime her gün, üniversiteden bir kere yemekhanede aynı masada oturduğum kızın hayatının her detayı, burada 1 hafta gittiğim Almanca kursunda tanıştığım şu an binlerce kilometre ötedeki memleketine dönmüş çocuğun hayatının her detayı; onun işi, bunun nişanı, şunun tatili, öbürünün kıyafet, ay bunun çocuğu mu olmuş, aa yediği şey ne ilginç görünüyor derken, beynimi o kadar çok datayla dolduruyorum ki, şunlara harcadığım zamanı tezime harcasam şimdiye....sdfgh şaka bir yana; farklı insan hayatlarına da meraklı olduğum için takip etmekten geri duramadığım insan sayısını törpüleyeyim en azından dedim. Bu kararı verdiğimden beri 50'ye yakın kişiyi takipten çıkardım. Eğer bu yazıyı okuyor ve size de bunu yaptığımı fark ettiyseniz nolur üstünüze alınmayın; her insan hayatı ilgi çekici ama bu benim kendimle mücadelem. Doğduğumdan beri 5 farklı şehirde yaşadım, 6 farklı okulda okudum, oradan buradan çevrem çok genişledi, tanıştığım herkesle anlamlı bir iletişim sürdürmek zaten mümkün değil.

Sıradaki mücadelem, paylaşımlarım üzerine olacak. Bu konuda ne kadar insiyatif alabilirim bilmiyorum, zira anı biriktirmeyi çok seviyorum ben. Gördüğüm hayata dair her güzel detayın fotoğrafını çekmek istiyorum. Balkonumuza kuş mu kondu, dökülen yaprakların rengi mi çok güzel, sevdiğim kahvenin sezonu mu geldi, çok sevdiğim arkadaşlarımla mı buluştum, ailemle bir yerlere mi gittik; bunu depolamam lazım. O an geçip gittikten sonra, dönüp bakıp mutlu olmak için görsele ihtiyaç duyuyorum ben. Bana güzel gelen şey başkalarına da güzel gelsin diye de paylaşıyorum, bahsettiğim gibi haberdar etmek için de paylaşıyorum, kendime online arşiv yaratmak için de. Bunların hiçbirinde sorun görmediğim için mücadele etmek çok zor, ama yanlış anlaşılma ve "hayatını insanların gözünün önüne sokuyor" sanılma korkusu da mevcut. Ayrıca kendi hayatını bizzat kendi ellerinle sosyal medya üzerinden bu denli afişe etmenin yarattığı bir huzursuzluk da var. Bu mevzuyu da düşünmek gerek.

Sosyal medya üzerinden arkadaşlık dinamikleri mevzusuna ise girmeyeceğim; zira bunu Eren 8 sene önce kendi blog'unda, bir blog yazısı değil akademik makale ciddiyetinde anlatmış, Facebook örneklemi üzerinden irdelemiş, o yazı için buraya tıklayın.

Atakan'dan blog yazısı önerileri gelmişti, bilahare onlara da geleceğim, sipariş alıyorum artık resmen hehe. Biri Almanya'da burslu master yapmakla ilgiliydi; bu konunun çok ilgi çektiğinin farkındayım çok mesaj aldım 2 yıldır. Bir yandan internette milyon tane bu konuda içerik varken ekstra bir şey anlatmama gerek var mı bilmiyorum, bir yandan da belki ben de ekstra bir bilgi ortaya koyarım diye düşünüyorum. Diğeri de baktığım çocuklara dairdi, toparlarsam anlatacağım onları da.

1 Eylül 2019 Pazar

Döngü

Tarih öncesi çağlardan beri, zaman kavramı kendine yer bulmuş ve insanlar zaman döngülerini takip etmiş, etmek zorunda kalmıştır. Yiyecek ve korunma ihtiyacı gibi ihtiyaçlardan başlayan bu olgu, tarım toplumuna geçişle ekinlerin hasat zamanını takip etmek, hayvanların göç zamanını gözlemlemek derken, bugün zamanı yüzyıllara, yıllara, aylara, haftalara günlere, okul dönemlerine, mevsimlere bölerek tarihsel takip yapmayı ve kendi hayatımızın kronolojisini kafamızda oturtmayı kolaylaştırdık. Öyle veya böyle, döngülerin başlangıçları da hepimizde bir heyecan doğuruyor. Okulun ilk günü, yeni yılın ilk günü, haftanın ilk günü için heyecan duyuyor, kararlar alıyoruz. Spor salonu üyelikleri yılın ilk günlerinde tavan yapıyor çünkü "bu yıl düzenli spor yapacağım" kararı dünyanın her yerinde aynı. Diyete pazartesi başlanır, hayatı değiştirecek kararlar doğum günleri veya yılbaşlarına denk getirilir. Kendinde memnun olmadığın şeyleri paketleyip, zamanı kategorilendirdiğin ölçüt hangisiyse, ister "geçen sene" olsun, ister "geçen mevsim", ister "geçen yıl", istersen "hayatımın ilk 25 yılı"; onu geride bırakıp yepyeni bir sayfa açmak insana kuşkusuz bir ferahlık hissi veriyor. 

Bugün eylül ayının 1. günü. Türkiye'de yaz mevsimi termometrelere göre devam etse de, iklim değişiklikleri mevsim konusunda kafamızı karıştırsa da, eylül sonbaharın geldiğinin habercisidir. Hamburg'da hava sıcaklığı çok ilginç gitti bu yaz. Temmuzda en yüksek sıcaklıklarının ortalaması 21 olan şehir, defalarca 35'yi gördü. Okullar, iş yerleri, kafeler, evler bu iklim değişikliğini ön göremediği için klimasız ve hatta normalde alabildiğine soğuk olan bu şehirde, içeriyi sıcak tutmaya yönelik inşa edilmiş. Ama adeta bıçakla kesilir gibi, 31 ağustostan 1 eylüle geçtiğimiz gece hava bir anda değişti. 31 ağustos, yani dün, hava sıcaklığı 31 dereceyken, akşam orman yürüyüşüne çıkarken şort giyerken, gece fırtına koptu, bugün en yüksek sıcaklık 19 derece, ve bir daha da ısınmayacak. Çünkü eylül geldi, yaz bitti.

Neyse konumuz "havalar da bu yaz ne sıcak gitti" değil, lafa döngülerden, yeni başlangıçlardan dem vurarak başlamamın esas nedeni, iş bu blog yazısının ta kendisi. Blog yazımın başlangıcına, blog yazısı yazmaya başlamamla başlayarak kendi içimde bir döngü yarattım ben de. Beni yakınen tanıyan, en başta elbette ailem, çok iyi biliyor ki, ben 5 yaşımda okuma yazmayı Çarkıfelek'ten öğrendiğimden beri, hep yazdım. Kağıtlara şarkı sözleri, şiirler yazdım. Elime bilgisayar geçince kendi romanlarımı yazdım. Sildim sonra onları, çünkü çocuktum ve dönüp yazdıklarıma bakınca gelen yabancılaşma hissiyle baş etmeyi bilmiyordum. Oysa ki masaüstü bilgisayarın rafında Osmanlıca-Türkçe sözlük tutup "Osmanlı döneminde geçen zamanda yolculuk konulu" kitap denemem bile vardı benim. Sonra deneme yarışmalarına katıldım ortaokulda, lisede, üniversitede. Dereceler aldım, iyi yazdığıma inandım ve inandırıldım. Üniversitede günlük yazdım, aynı aptallık devam ettiği için bir noktada onlara da yabancılaşıp hepsini attım. Nasıl ellerimle kağıtlara döktüğüm anılarımı bir kağıt geri dönüşüm kutusuna terk ettim bilmiyorum, ama her sene sonunda bir yurttan diğerine taşınırken artık neredeyse bir koli eden defterlerim hem madden hem manevi olarak bana yük olmaya başlamıştı. Bir de tabii, blog yazdım. Lisede diziler filmler kitaplar üzerinde yazdım, sonra burayı açıp kendi hayatımdan, düşüncelerimden kesitler yazmaya başladım. Kim neden alelade Cansu'nun fikirlerini okumaya zaman ayırmak istedi bilmiyorum, ama ayırdınız, okudunuz canım dostlarım, ailem ve hatta samimi olmadığım ancak oradan buradan paylaşmamı görüp de gelen, ara ara mesaj atıp blog yazmamı isteyen güzel insanlar. "Kendi değerimi başkalarının düşünceleri üzerinden anladığım" söylendi bana, o yüzden siz fikrinizi söylemeseniz, ben güzel yazacağımı düşünmeyecektim. Daha birkaç hafta önce, önce Atakan, ardından Mina "en üzücüsü senin yazmayı bırakman oldu" demese, yine yazmaya devam etmeyecektim. Hasibe, bilinç akışını kağıtlara dökmenin ona getirdiği rahatlığı anlatmasa, yazma fikri yine bana gelmeyecekti. Madem ben kendi değerini başkaları üzerinden gören biriyim, yazdıklarımı kimsenin okumadığı bir platformda paylaşmak beni tatmin etmeye yetmez elbette. O yüzden günlük değil blog yazıyorum. Okuyan oluyor, kendinden bir şeyler bulduğunu söyleyen oluyor, bunun yarattığı tatmin duygusundan vazgeçemiyorum ben. Ama günlük muamelesi de yapıyorum buraya, dönüp kendi yazdıklarımı da okuyorum, 6-7 yıl önceki düşünce sistemimle bugünkü arasındaki benzerlik ve farkları tespit edebileceğim mecra en çok burası. Instagram'dan anılarımı takip ediyorum, Twitter'dan zamanında yaptığım şakalara tekrar gülüyorum, en çok dönüp kendimi stalk'luyorum ben yine yani.

Bu sabah evde yalnızdım. Master tezi dönemimin başladığı, haftaiçi her gün sabahtan akşama kadar lab'da olduğum, akşamlarımın Almanca kursu, bebek bakma ve başka aktivitelerle dolu olduğu, üstüne bol bol okumam ve yazmam gereken (akademik makalelerden bahsediyorum, ama blog yazıyorum hehe) bir döneme girdim. Yoğunum, daha da yoğun olacağım, geri kalan zamanlarımı hep sosyalleşerek geçirdiğim için evde geçirdiğim vakitler çok kıymete bindi; Eren'le ev rutinlerimizden tarifsiz bir keyif alsam da, evde yalnız kaldığım birkaç saat de oldum olası keyif vermiştir bana. Tabii ki evimizde 1.5 yıldır yaşayan tüylü turuncu kafalı bir canlı varken, aslında asla yalnız değilim. Rahatlatıcı, kafa boşaltıcı bir sabah yaşamak istedim. Kahvaltımı yaptım, Simpsons'ımı izledim, internette boş boş dolandım. Sonra tütsümü yaktım, kendime yasemin çayı demledim, Tidal'den (evet, Spotify'dan Tidal'e transfer olduk ailece, listeleri Spotify gibi değil ama ses kalitesi tartışılmaz, ama zaten konu bu değil) Zen Garden isimli çalma listesini açtım, koltuğa uzandım, bulutlu bir sonbahar havasının tadını çıkarayım şöyle hiçbir şey yapmayayım dedim. Lakin meditatif müziklere illa ki kuş cıvıltıları koyanlar, evde kedi yaşayabileceğini hesap etmemişler. Nova kuş cıvıltısı duydukça av moduna girdi, gözleri kocaman olup oradan oraya zıplamaya, hoparlöre atlamaya falan başladı. Tumblr'dan fırlamış kedili, huzurlu, minnoş sıcacık ev ortamları yalan yani sevgili dostlar, en azından benim kedimle yalan, Hasibe'nin kedileriyle erişilir o ambiyansa mesela. Baktım bu çocuk rahat vermeyecek, hadi dedim gel bari oynayalım sen de at enerjini. Onca oyuncağının içinde en sevdiği oyuncak olan gazete kağıdını buruşturup koli bandıyla şekil verdiğimiz topuyla evin içinde koşturmaya başladık. Uzak bi yere gidince haspam gitmiyor peşinden, ben daha çok koşuyorum tabii. Zavallı tütsü bi kenarda yandı yandı bitti, çayı zaten tamamen unutmuşum buz oldu, mikrodalgada ısıttım iyice saçma bişey oldu falan, kalmadı ortam mortam. Ha dünyanın en şapşal kedisiyle oynamak da meditatif bir eylem mi; hem de en alâsından (şapkayı bu a'nın üstüne mi koyuyoduk ya herhalde öyledir). Neyse neye niyet neye kısmet, burdan nasıl yazmaya başladığıma bağlayacaktım ama o arada şuraya bir Nova fotoğrafı iliştireyim dedim iyice dağıldım, zaten tabii ki klavye tıkır tıkır ettikçe de Nova koluma atlayıp duruyor, bence Nova'yı artık tanıdınız, şu fotoğrafları yapıştırıp buradan ayrılıyorum. Söz geri döneceğim, ne de olsa ayın ilk günü yeni başlangıç yaptım ben.


   

     Cute,                                                          but psycho,                                         but cute

19 Ocak 2018 Cuma

Memleket neresi?

Master programımda 8 Alman, 3 Türk'üz ve geri kalan 13 kişi tamamen farklı farklı ülkelerden; Nepal, Fransa, Tayland, Brezilya, Çin, Eritre, Ukrayna vb. Bu müthiş kültür çeşitliliğinin olduğu yerde, özellikle öğle yemeklerinde hep birlikte sohbet ederken kendi kültürümüze ait yemekleri, gelenekleri, deyimleri, çocuk oyunlarını, dilleri, ülkenin ekonomisini, toplumsal sınıfları, aile yapılarını vs. anlatıyor ve karşılaştırıyor, dünyanın bambaşka yerlerinden gelip bizi aynı masada bir araya getiren ortak amaçların (Moleküler Biyoloji kariyeri) yarattığı birliktelik duygusuyla çok eğlenceli ve öğretici sohbetler ediyoruz. Herkesin bambaşka bir hikayesi var, kendisini bu sohbet ettiğimiz Almanya'daki bir bilim enstitüsünün yemekhane masasına getiren. Avrupa birliği ülkelerinden gelen arkadaşlarım dahil; şimdiye kadar bildiğim hiç kimse, mezun olunca ülkesine dönmek istemiyor. Herkesin kendince farklı farklı son derece haklı sebepleri var, ancak bugün bunlardan en ağırı ve en üzücüsünü dinledim. Eritre'li arkadaşım Aman, oryantasyon sırasında bölümden yüzyüze tanıştığım ilk kişiydi ve inanılmaz sempatik ve candan, lab'da veya başka ortamda yardımsever, şeker gibi çocuktur. Mezun olduktan sonra kendi ülkesinde birkaç yıl öğretmenlik yaptığını, 2.5 yıldır da Almanya'da olduğunu biliyordum; lakin Eritre'nin Aman'ın deyimiyle "Afrika'nın Kuzey Koresi" olduğunu, diktatörlük yüzünden dev bir hapishane olduğunu, ülkeden seyahat, iş veya eğitim amaçlı kesinlikle çıkmanın mümkün olmadığını, zaten hiçbir vatandaşın pasaportunun olmadığını, Eritre dışından birinin de aşırı geçerli sebepleri olmadıkça ülkeye adım atamadığını bilmiyordum. Son derece neşeli arkadaşımın da, 2015 yılında kaçakçılara verdiği 5 bin euro karşılığında kamyonetimsi bir araçla çölü aştığını, bu sırada birlikte kaçtığı ekipten tecavüze uğrayan kadınlar, ölen çocuklar, hastalanan yaşlılar olduğunu, ardından önce İtalya'ya gelip birkaç hafta orda burda sürünüp, Almanya'nın 1.5 milyon mülteci alacağını duyunca buraya geldiğindi dinlemek son derece sarsıcıydı. Canım Almanya'nın mülteci olarak kabul ettiği bu gence, hem yaşayacak yer, hem aylık maaş verdiğini, Almanca kursuna yolladığını birkaç yerde part-time çalışıp düzenli iş için master yapmak istediğinde de burs vermeye devam ettiğini öğrendiğimde hiç şaşırmadım. Çünkü Avrupa'nın en büyük ekonomisine sahip olup en güçlü sosyal devletlerinden biri olmak; sırf kendi vatandaşına değil, o toprak üzerinde bulunan her bir bireye, arkasında güçlü ve onu kollayacak bir devlet olduğunu hissettiriyor. Türkiye'deki arkadaşlarıma bu duygu tanıdık geldi mi? Tabii ki hayır. Ben de tam olarak bundan bahsediyorum.

Aman bunları bana ve İran'lı arkadaşım Yasaman'a anlatırken, biz de kendi ülkemizden geliş/kaçış hikayelerimizi anlattık. Evet bizim sebeplerimiz Aman'inki kadar hardcore değildi, yaşamak dediğin nefes almak, temel ihtiyaçlarını yerine getirebilmekse; eh bi terör saldırısına kurban gitmediğimiz sürece biz de kendi ülkemizde yaşama devam edebiliyorduk. Ama hak, özgürlük, eşitlik, güvenlik, refah, medeniyet, sağlık, eğitim, huzur gibi "ufak detayları" göz önüne almaya başlayınca; Almanya kendi ülkelerimizi öyle bir ezip geçiyor ki; uzun uzadıya burada anlatmama gerek kalmıyor zira bunu okuyabiliyorsanız Türkçe biliyorsunuz demektir ve neyden bahsettiğimi anlayacak kadar Türkiye'yi de biliyorsunuz demektir. Bir Eritre'li, bir İran'lı ve bir Türk bugün öğle yemeğinde oturup, en başında Almanya'da doğsaydık psikolojimizin ve hayatımızın ne kadar farklı olacağını, tırnaklarımızla kazıya kazıya geldiğimiz bu ülkeye tutunmak için yapmamız gerekenleri, ve burada dünyaya getirebileceğimiz potansiyel çocuklarımızın şimdiden bizden ne kadar şanslı olduğunu konuştuk. Eritre'li ve İran'lı arkadaşımın yanında, benim durumumun şöyle bir üzücülüğü var ki; onlar zaten ülkelerinin "yaşanamaz halde olduğu" zamana doğmuşlar. Doğdukları coğrafyanın kaderini, nasıl bir yaşantıları olacağını kanıksaya kanıksaya büyümüşler. Ben ise ülkemin gayet güzel yaşanabileceği çağında doğdum; tabii ki de asla bugünün Almanya'sıyla kıyas kabul edemeyecek noktadaydı, siyasetçiler gazeteciler faili meçhul cinayetlere kurban gidiyor, insanlar fakirlikle boğuşuyordu, veya Almanya'daki gibi çalışanlar çok rahat yaşayacağı maaşları alıp senede 6 hafta yıllık izin hak etmiyorlar, dünyanın en kaliteli eğitimlerinden birine ücretsiz erişip sağlık güvencesini iliklerinde hissetmiyorlardı ama; anladınız siz beni. Bırakın bu lüks detayları; 3 haftalığına noel tatiline Türkiye'ye gittiğimde zehir soluduğumu hissetmek bile bazı şeyleri öyle netleştirdi ki. Türkiye'de 3 il hariç hepsinde hava kirliliğinin had safhada olduğunu da size tekrar anlatmama gerek yok, bu akşam saatlerinde yaşadığınız şehirde camı açarsanız, kelimenin tam anlamıyla "yaşanamazlığı" görürsünüz.

Bu blog için fazla ağır bir yazı oldu, ancak bugün dinlediğim Aman'ın hikayesi öyle sarsıcıydı ki, benim zihnimde dönüp durmayı bırakır başkalarına da yayılırsa, bendeki ağırlığı hafifler diye umdum. Bir de 2 hafta kadar sonra tekrar Türkiye'ye gelecek olmanın yarattığı iç sıkıntısı da var, tüm sevdiklerime buradan çağrı yapıyorum; lütfen siz beni görmeye gelin ve benim tatile gelişlerim azalarak bitsin. Geldiğinizde göreceğiniz güzelliklere de 2 örnek fotoğraf koyuyorum (şuraya kendi selfie'mi koysam iyi gülerdik ama artık yazdığım için esprisi kaçtı sdf); Almanya aşkımın büyük nedenlerinden birinin de, bence ve çoğu kişiye göre en güzel şehrinde yaşıyor olmam olduğunu anlarsınız.




Sabancı'dayken, özellikle haftaiçi günlerim çok yoğun olurdu benim. Kahvaltım, ders aralarında yetiştireceğim işlerim, ne zaman kütüphaneye inip ne zaman yemekhaneye çıkacağım, kulüp toplantısı varsa ona kadar halletmem gerekenler, görüşmem gereken insanlar varsa akşam yemeği veya öğle yemeğine randevulaşmak, rektörlükte part-time çalıştığım zamanlar haftada hangi günler hangi saatlerimi ayırabileceğimi planlama, nadir de olsa gittiğim spora vakit ayır, arkadaşlarına vakit ayır, sevgiline vakit ayır, derslere zaten vakit ayır, kulüp etkinlikleri, provalar, ordan oraya koştur dur derken haftaiçi öyle hızlı geçerdi ki. Ama bir şekilde her şeye de vakit olurdu çok programlı ilerleyince. Şimdiki okulum ise her gün 9-5 lab'da olmayı gerektiren, "parasız iş hayatı" olarak adlandırdığım bir düzende. Ve kafadan akşama kadar iptal olunca, nasıl da hiçbir şeye zaman olmuyormuş onu öğrendim. Lisanstayken, okulsa okul ödevse ödev yine uğraşıyordum, ama ne sosyallikten ne bişeyden geri kalmıyordum. Hamburg'a gelirken "ya arkadaş edinemezsek, ya yalnız kalırsak" diye korkarken; şimdi arkadaşlarımı görecek zaman bulamıyor, ya dinlenebileceğim ya da paper yetiştirebileceğim, ya da haftaiçi akşam 4-5 saat görebildiğim eşimle hasret giderebileceğim ya da arkadaşlarımı görebileceğim tek zaman haftasonu olunca o haftasonu öyle bir kıymete biniyor ki; aa cuma akşamı diyorsun, bi bakıyosun e pazartesi sabah olmuş? İş hayatından kaçıp öğrenciliğimi uzatabildiğim kadar uzatmaya çalışırken master programım kötü şakasını yapmış oldu yani, neyse ki önümüzdeki dönemden itibaren lab rotasyonları başlayıp, artık "çömez"likten çıkıp kendi projelerimizi yapıp kendi programımızı kendimiz hazırlayınca rahatlarız. Gerçi en son bitirme projem için "oh kendi programım, istediğimde lab'a gidip istediğimde çıkıcam" dediğimde benim aleyhime sonuçlanmış, pazar gidip pazartesiye hazırlık yaparken bulmuştum kendimi ama işte hep kısmet :P

Ha bakmayın bu kadar söylendiğime, düne kadar 1 hafta hasta yatıp, dün de ayaklarım geri gide gide lab'a girip o önlüğü giydiğimde kendimi ait hissedince yorgunluklara değiyor, "doğru bölümde miyim" diye sorgularken, bir sonuç alınca havalara uçabildiğimde yaptığım işi sevdiğimi tekrar hissediyorum ama; insan en sevdiği şeyi bile yaparken o şey "iş"e dönüşünce, söylenmek kendiliğinden geliyor işte. 

2 Ocak 2018 Salı

Bugün;

Bugün, annemin yılbaşı hediyesi olarak aldığı lakin büyük geldiği için değiştirmeye gittiğimiz kazağı, ne zamandır istediğim paslanmaz çelik çırpma/saklama kabı ile değiştirdim. 5 aylık evliyim, lakin kendimi hiç bugünkü kadar evli hissetmemiştim. İçinde çırpacağım kekleri, servis edeceğim salataları düşünüp heyecanlandığıma göre; benim de içimde domestik bir taraf varmış; bunu beyim çok güzel yemekler ve tatlılar yaptığı için ve onun elinden yedikleri ilk şey hünkar beğendi ve elmalı turta olduğu için beni mutfakla alakasız zanneden arkadaşlarıma duyurmak istiyorum, biz de boş değiliz heheey!!

Bugün; evin en küçüğü olmasına ve fazlaca sevgiyle büyüyen bir çocuk olmasına rağmen annemin "daha da fazla ilgi ve sevgi için" küçükken hep "kaçırıldığını günlerce insanların onu aradığını", veya "ameliyat olduğunu ve herkesin onu ziyarete geldiğini hayal ettiğini" öğrendim - değil aslında da tekrar dinledim. Ve küçükken hasta olduğumda doktor olan babam ilaç getirdiğinde tatmin olmayıp "siz beni sevmiyorsunuz, sevseydiniz Ethem amcama (babamın, çocuk doktoru arkadaşı) götürürdünüz!" dedirten genlerimi nereden aldığımı teyit ettim. Daha da ilginci, hâla Eren'e "beni sevseymiştin film izlermiştik", "sen zaten beni sevmiyosun, sevseydin sıcak çikolata yapardın" diye şımarmam, ve işe yaraması.

Bugün; Spotify üzerinden 2017 yılında en çok Mfö, sonra Beatles sonra Sertab Erener sonra da Simon&Garfunkel sonra da Vega dinlediğimi öğrendim. Bu liste beni epey tatmin etti de konu bu değil. Konu en çok dinlediğim şarkılar listesinin kafa karışıklığı. Star Wars veya Portal soundtrack'i dinleyen nerd müyüm, Tarkan ve Hadise dinleyen popçu mu, Beethoven, Camel, Janis Joplin falan dinleyen cool kız mıyım, Cradle of Filth dinleyecek metalci miyim, Bana Öyle Bakma dinleyip tribe girecek ergen mi?


Ne edebiyatta, ne müzikte, ne sinemada "Cansu bunları okur, bunları takip eder" denen insan olmadığım için; hatta genel olarak "Cansu böyle biridir" diye şöyle birkaç cümlede özetlenebilir tipik özelliklerim olmadığı için sevinsem mi, üzülsem mi bilmiyorum. Kimse bana kolay kolay "Cansu'ya hediye olarak şunu alayım" diye özel bir ilgi alanımı tutturamaz, en büyük sıkıntısı o. Ben bile "sosyal medya bağımlısı özel üniversite mezunu Cansu" muyum yoksa "toplumsal cinsiyet, siyaset, etik, adalet, ahlak gibi konulara aşırı derecede takık sosyal konulara meraklı Cansu" muyum yoksa "işi gücü lab'da çalışıp paperlar arasında çürümek olan, bazen hobi olarak bile biyoloji kitabı okuyan inek Cansu" muyum; herkesle bıdıbıdı konuşcak bir şeyler bulan sosyal böcek miyim, bazı buluşmaları ignore etmek için bahane uydurup evde pinekleyen asosyal mi; hırslı bir insan mıyım yoksa comfort zone'undan pek de çıkmayı sevmeyen alışkanlık insanı mı karar veremiyorum. Bunlar da özeleştiri mi oldu övündüm mü onu bile bilmiyorum, zira ben her bir ayrı ucumdan memnun olsam da, bir kısmının çok da matah şeyler olmadığını da anlıyorum. Durum tespiti diyebiliriz sanırım basitçe. Bu blog'u okuyan arkadaşlarım beni 3 kelimeyle özetleyebilir mi acaba yorumla veya mesajla, en çok çıkanları derleyip bi sonraki blog'da yazayım, belki ben de kendimi tanırım bu vesileyle heheh. 

Bugün, canım Eylül mezun oldu! Bu, benim hayatım için de önemli bir dönüm noktası, zira son yakın arkadaşımın (Elif, seni saymıyorum kuzum malum sebeplerle sdf) da mezun oluşuyla, Sabancı ile bağlarımdan biri daha kopmuş oldu. Elbette Sabancı, hayatımın sonuna kadar hayat akışımda en önemli dönüm noktalarımın merkezi, "beni ben yapan yuvam" olmaya devam edecek; ama sevdiklerim oradan ayrıldıkça o Sabancı benim Sabancı'm olmaktan da bir o kadar uzaklaşacak. 49 dakikalık telefon konuşmamız süresinde Eylül son gününü, son sınavını, hislerini, önümüzdeki günlerin planlarını anlattıkça kaç kez tüylerim diken diken oldu, kaç flashback yaşadım bilmiyorum. Haziran ayında ben de son sınavım için son IC'de ders çalışmamdan odama dönerken Eylül ile karşılaşmıştık ve yine gözlerimiz dolu dolu olmuştu. O günden bugüne arada mezuniyet, evlilik, yeni bir ülkeye taşınıp yeni bir okula başlama, hatta bir döneminin 2/3'ünü bitirme gibi aşamalardan geçsem de, daha dün yaşamışım gibi halen hüznünü yaşıyorum. Dahası; her bir karışında ayrı bir anım olan kampüse ilk adım attığım günün heyecanını bile dün değil de bir önceki gün yaşamışım gibi hissediyorum. Eylül'le yaptığımız uzun konuşmanın ardından annem ve annemin bff'inin yanına döndüğümde, hüznümü onlarla da paylaştım. Onlar üniversite hayatlarını "gündüzlü" yaşadıkları için, kampüs hayatının neden müthiş bir şey olduğunu onlara açıklarken, bir kez daha duygulandım. Eğer şu an yaşadığım şehri böyle aşırı derecede seviyor olmasaydım, bir tık bile daha az tatmin olsaydım yeni meskenimden; Sabancı özlemi ne sert vururdu şimdi...

24 Aralık 2017 Pazar

Merhaba, yine ben!

Ben buraya onlarca yazı yazdım. Çok okudum; güzel şeyler okuyunca hep güzel şeyler yazmak istedim. Yazdım. Yalnız buraya yazmadım, buraya "dış dünyayla paylaşabildiklerimi" yazdım, gerisini her gece günlüğüme yazdım. Önce bir gece yurt odamda oturmuş eski günlüklerimi karıştırırken orada yazan olayların, hislerin ve insanların çoğunun  ne yazık ki artık benim için hiçbir anlam ifade etmediğini, ve o koca koca defterlerin benim için oradan oraya taşınan bir yüke dönüştüğünü fark edip, gözümü kırpmadan çöpe attım. Her akşam günlük yazmaya ayırdığım hatrı sayılır vakti en iyi bilen Mina; pişman olacağımı söyledi. Olmadım. Sonra buraya yazmayı bıraktım. Burası ile ilişkim daha farklı nedenlerle bitti aslında; asla blog yazmayı bırakmaya karar vermedim. Burayı en aktif kullandığım 2013-2014 yıllarında blog benimle öyle bütünleşmişti ki; insanlar beni yazdığım blog'la biliyor, yolda karşılaştığım çok da samimi olmadığım okuldan bir arkadaşım "dünkü yazını beğenerek okudum, ellerine sağlık" diyor; günümü şenlendiriyordu. Blog benim için, hayallerimi, düşüncelerimi, hislerimi, anılarımı anlatabildiğim başka bir en yakın arkadaş olmuştu; üstelik daha da iyisi bu arkadaşım aracılığıyla iyi tanıdığım, az tanıdığım veya hiç tanımadığım insanlar yazılarımı, aklımdan geçen herhangi bir şeyi okuyup, ortak payda çıkardığı veya sadece çok beğendiği için yazıyor, böylece yeni bir sohbet ortamı doğuyordu. Sonra hayatıma, tüm bu düşüncelerimi ve hayallerimi, günlüğüm kadar rahat paylaşabileceğim, bazen kendime bile olmadığım kadar dürüst olabildiğim bir adam girdi. "İşte buraya yazmamamın suçlusu o adamdır" diyeceğim, lakin buraya devam etmem için öyle çok ısrar etti ki, dilim de varmıyor. O hayatıma girdikten sonra yalnız 2 kez daha yazmışım. Son yazımda bir yerde "La vie en rose"dan bahsetmişim, başka bir yerde de Paris'teki bir anımdan. O yazıyı yazdıktan yaklaşık 1 yıl sonra sevdiğim adamla el ele Paris sokaklarında dolaşacağımı bilmiyordum elbette. Ondan da bir yıl sonra; La vie en rose çalarken, düğünümüzde yine o adamla hayatımızın en mutlu dakikalarında dans ediyor olacağımızı bilmiyordum.

Blog'umu tekrar oturup tamamen okumadım, ama onu da yapacağım. Hem kendiminkini, hem de şimdiye kadar 2 blog'unu da hali hazırda baştan sona okumuş olduğum Burcu'nun blog'ları da tekrar elimden geçecek. Çünkü Burcu'yu çok özlüyorum, ve bu blog'u yazan kendimi de çok özlüyorum. Bu blog'u yazan Cansu'ya dair, düzenli yazı yazması dışında, hiçbir şey şu anki Cansu'dan daha iyi değildi. Hatta ben o Cansu'nun hayal ettiğinden bile daha iyi bir konumdayım diyebilirim. Ama özlüyorum. Çünkü hayallerine ulaşmak ne kadar doğal olarak son derece haz verici olsa da, hayallerine ulaşmanın kötü bir yanı; artık kuracak daha az hayalinin kalması demektir. Daha 24 yaşımda bile değilken kalkıp "hayatta hayal edebileceğim her şeyi yaşadım, gördüm geçirdim, bitti" diyecek değilim; zira elbette ki herbir ulaştığın hayal, yeni hayallerin kapısını açıyor da; en temelde yer alanları gerçekleştirmenin hem gururunu, hem de heyecanını tüketmenin üzüntüsünü yaşıyorum. Bu blog'un ilk zamanlarında "hangi mesleği seçeceğine karar vermeye çalışan" Cansu'yu özlüyorum mesela, çünkü şu anki Cansu çoktan mesleğini seçti, mezun oldu, mühendislik diplomasını alıp yurtdışına aynı alanda master yapmaya bile gitti. Yine bu blog'un bir yerlerinde "aslında hiç gerçek anlamda aşık olmadığından dem vuran Cansu"yu da özlüyorum; çünkü şimdiki Cansu hayatının aşkını buldu, 3 muhteşem yılın ardından onunla evlendi, 4.5 aylık "evli barklı" oldu bile. "The one'ı bulma", romantik evlilik teklifi, düğün, gelinlik, ilk ev, evliliğin cicim ayları, balayı gibi şeyler de benim için çoktan deneyimlenen ve hatta bazısı epey geride kalıp flulaşmaya başlayan anılar oldu bile. Bu muhteşem bir şey, bugün kendimi bu denli tatmin olmuş, mutlu ve huzurlu hissediyorsam bu yollardan geçtiğim, saçmasapan kalp kırıklıklarının, kafa karışıklıklarının, romantik komedi izlerken "böyle aşkı yaşayamacağının yarattığı iç sıkıntısının" bittiğindendir. Fakat insanın hayatında ancak bir kez yaşayabileceği şeylerin bir kısmını da çoktan yaşamış olmanın da hafif bir burukluğu oluyormuş. Yine de olsun elbette.

Ben bu blog'u yazarken, hiçbir zaman "birileri okusun" diye yazmadım; ama hiçbir zaman "kimse okumasın" diye düşünerek de yazmadım elbette. Kimse okumazsa yine günlük de yazmaya dönmüş olabilirdim; hem de bir şekilde blog'umu okuyup, sohbet ettiğim ve samimi olduğum insanlara nasıl ulaşırdım? Sevgili Hazal, blog'umu en sıkı takip edenlerden biri olduğunu biliyorum, 1 yıldan uzun bir zaman önce bana blog yazmayı neden bıraktığımı sormuş ve yazmaya dönersem haber vermemi istemiştin; bunu yayınladığım an sana mesaj atacağım, şu anda da hali hazırdan haber verildiği için bu satırları okuduğun için bu cümle epey saçma oldu, ama neyse artık. Ve Damla, elbette sen bu satırları okurken çoktan sana haber vermiş olacağım :)

Blog yazmaya dönmekle ilgili blog yazmaya dönmek hiç içime sinmedi, madem buraya kadar geldiniz, birkaç anı da serpiştireyim şuraya madem. Öncelikle, yine 2015'te yazdığım son blog post'umdan alıntı yapmak istiyorum. "mecbur kaldığı için değil, gerçekten araştırdığı, merak ettiği için yurt dışında Türkiye kültürünü araştıran, müziğimizi dinleyen, dilimizi öğrenmeye çalışan kaç insan vardır (elbette yok değildir de) merak ediyorum."  demişim. Öncelikle, Universität Hamburg'da yüksek lisans yapmaya başladım ve uluslararası öğrencilerin Almanca veya başka dillerde pratik yapmaları, karşılığında da kendilerinin iyi konuştuğu dilleri öğretmeleri için "tandem learning" diye bir program geliştirmişler. Yani ben Almanca pratik yapmak istiyorum ve anadilim Türkçe, bu yüzden de beni; Almanca öğretmeye gönüllü olan ve Türkçe öğrenmek isteyen biriyle eşleştiriyorlar. Ben de bu programın tanıtım panelinde söz hakkı isteyip; "Türkçe öğrenmek isteyen bir Alman bulmam sanıyorum ki çok zor; benim durumumda olanlar için İngilizce öğretmeye gönüllü kayıt olmamızı mı önerirsiniz, yoksa anadilde kayıt olmak zorunda mıyız" gibi bir soru sormuştum. Sunumu yapan kadın, İngilizce kayıt olmamın daha yerinde olacağını söylerken, başka bir Alman kız söz hakkı isteyip "Ben karşılığında dil öğrenmem gerekmeden de Almanca öğretmeye gönüllü olabilirim" dedi. Panel bitti, mevzubahis kız yanıma gelip telefon numarasını verdi. O gitti, tanıdığım en Alman tipli Alman başka bir kız daha gelip kırık dökük ama düzgün kurulmuş  Türkçe cümlelerle "merhaba, ben çok az Türkçe biliyorum, ama geliştirmek istiyorum, tandem partnerim olur musun" dedi. Yine ayak üstü numara alışverişi olduğu için "neden Türkçe bildiği ve Türkçe'sini geliştirmek istediğini" soramadım, ancak sorumun cevabını bölümden başka bir Almandan aldım. Efendim, bu Almanlar artık 3. nesil Türklerle yaşadıkları için, "Almanya'da yaşayan Türkler" çoğu için sorun veya yük değil, hayatlarının bir parçası olmuş. İşte böyle gören bu tatlış insanlar da "yahu bu insanlarla yaşıyoruz, bunların dili de ilgi çekici duruyor, biraz öğreniyim" diyorlarmış. Çoğu daha çok en yakın arkadaşı, sevgilisi vs. Türk olduğu için hem ona şirinlik olsun, hem de kültürünü daha da iyi tanıma fırsatı olsun diye girişiyormuş bu işe. Bu son derece şaşırtıcı, ancak çok mutlu eden bilginin ardından "acaba Türkçe dışarıdan nasıl duyulan bir dil" merakımın da cevabını almış oldum. Türkçe sahiden de kulağa kaba veya çirkin değil, son derece melodik gelen bir dilmiş. 24 kişilik bölümde 3 Türk olduğumuz ve lab gruplarımızı seçmemize izin verildiğinden beri 3 Türk, veya iki kişi olduğumuzda 2 Türk çalıştığımız için, lab'da İngilizce ve Almanca'dan sonra en çok konuşulan dil Türkçe oluyor. Haliyle arkadaşlarımız epey Türkçe'ye maruz kalıyor, sonra topluluk içinde Türkçe konuştuğumuz için özür diliyoruz ama çoğundan "hayır hayır, sizi dinlemek çok zevkli, çok melodik geliyor", "hayır önemli değil, Türkçe konuşmanızı dinlemek istiyorum, hoşuma gidiyor" gibi yorumlar alıyoruz. E insan mutlu oluyor haliyle. Ben de Fransız arkadaşımın, memleketiyle ilgili bir şey anlatırken kullandığı Fransızca kelimeleri ağzımın suyu akarak dinliyorum mesela. Zevk meselesi işte. Geldik mi yine La vie en rose'a? 

Şu an aniden, artık yazdığım blog'u okuyup, koridorda bana "dün akşam yazını okudum" diyebilecek insanlarla okumadığımı fark ettim, ve bu da ciddi bir mutsuzluğa neden oldu. Sanki yabancı arkadaşlarımla günlük yaşamda, kendi kültürümüze dair anlattığımız ilgi çekici veya komik detaylar hariç mevzusu bile geçmeyen "nereden geldiğimiz" konusu tüm gerçekliğiyle aramızda bir duvar oldu. Evet, 3 kişi kampanya öyle olduğu için 6 kilo meyve aldığımızda "danaya girmek" esprisi yapamadığım veya bazı esprileri, anıları İngilizce'ye çeviremediğim, çevirsem de "lost in translation" kurbanı oldukları için üzüntü duyuyordum ama; şu an yazdığım blog'u, Facebook anasayfalarına düşse dahi okuyamayacak, anlayamayacak olmalarını bilmek; sanki beni asla yeteri kadar, örneğin bölümdeki diğer 2 Türk arkadaşım Hasibe ve Yağmur kadar, tanıyamayacaklarını düşündürdü. Üzüldüm.

Yine de yurtdışında yaşamak şahane, hayatımın en huzurlu ve mutlu 3 ayını yaşadım; Sabancı'yı, arkadaşlarımı ve elbette ailemi özlemek dışında bir sorunum yok. Bu yazdıklarım yurtdışına yerleşmemin bir sonucu gibi duruyor amma ve lakin öyle değildir; zira özlediğim arkadaşlarımdan ikisi hariç hepsi zaten yurtdışına (hatta ikisi benimle aynı ülkeye) yerleşti, Sabancı'dan zaten mezun olmuştum, ailemden ise 5 yıldır zaten uzaktaydım ve özlüyordum. Yani mezun olup İstanbul'da kalsam yine hayatımdaki bu mutsuzluk sebepleri olacaktı, bir de üstüne, işte ne bileyim uzun uzun yazıp nazar değdirmek istemiyorum zira bu ara sürekli elimi kesmek, iki farklı olayda elimi yakmak, saçma kazalara kurban gitmek gibi şeyler yaşıyorum ve evet nazara inanıyorum. Bak nazarı da açıklayamazsın kolay kolay yabancı arkadaşına. Neyse ben bunu demiyordum, İstanbul'da kalsaydım bir de üstüne Hamburg'da yaşamıyor olacaktım diyip bitireyim. 


Ben eskiden hep konuyla ilgili görsel veya karikatür koyardım; bu da bu yazınınki olsun.


5 Haziran 2015 Cuma

Piaf

Bugüne değin Edith Piaf  ve hayatına girenlerle ilgili onlarca yazı okumuşumdur, La Mome'u 2 kez izlemişimdir, Whatsapp iletimi La Vie En Rose'dan bir cümleyle taçlandırmışımdır; fakat annesi Annetta Giovanna Maillard'ın, kendisini 3 yaşındayken büyükannesine bırakıp, İstanbul'a geldiğini, İstanbul'da senelerce gazinolarda şarkı söylediğini, ve akıbeti bilinmese de yüksek ihtimalle İstanbul'da öldüğünü (bir rivayete göre de tutunamayıp birkaç yıl içinde Paris'e dönmüş) öğrenmem bugüne rastladı. Piaf'ın annesiz büyüdüğü epey bilinen bir gerçektir, hatta kız kardeşinin, onun hayatını anlattığı kitaptaki en vurucu cümlelerden biridir "Annesiz yaşamış Edith'in, şimdi bir sürü annesi var" cümlesi; lakin bu annenin İstanbul'a gelmiş olması, benim adıma şaşırtıcı oldu. Edith Piaf ve İstanbul'a dair bir kesişim ortaya çıktığı için mi? Tıpkı James Baldwin'in 2 yıl İstanbul'da yaşadığını, hatta bir kitabını, arkadaşları olan Gülriz Sururi ve Engin Cezzar'ın evinde yazdığını öğrendiğimdeki gibi bir şaşkınlıktı bu.

Belki bu denli sevilen, saygı ve hayranlık duyulan kişileri yüceltmekten, belki de yaşadığım ülkeyi önemsiz görmekten olacak, ne yazık ki bu tarz şeyler beni, aşağıdaki karikatürdeki adam kadar heyecanlandırabiliyor. O yüce insanların, benim tırt ülkemle bir alakası var! (Hayır yaşadığım ülkeyi seviyorum aslında, dünya genelindeki imajından ve bilinmezliğinden bahsediyorum). Tıpkı, yurt dışında tanışılan birine nereli olduğunu söylediğinde boş gözlerle bakmaması gibi; mesela Châtelet'ten St. Michel'e aktarma yapacağımızda line'ı danışmak için konuştuğumuz, ve über bir sempatiyle bizle muhabbete giren, nereli olduğumuzu soran yağız Fransız delikanlısı ismini unuttuğum abimizin, İstanbul'a gelip 1 hafta bir yatta kaldığını, yattan çok nadir inse ve bunun az bir kısmını ayık geçirse de, İstanbul deyince eğlenceli anılarının canlandığını ve mutlaka bir daha -bu defa ayık gezmek üzere- gelmek istediğini duyduğumda sevinmem gibi. Tanınıyor, biliniyor yalnız ve güzel ülkem; insanlar haberdar, bizim onları takip ettiğimiz, haberdar olduğumuz kadar!


Sanırım bugüne dek en çok Türk lafı geçen yabancı dizi, Downton Abbey olmuş olabilir. O da elbette 1. Dünya Savaşı döneminden başladığından, ve o dönemlerde Osmanlı-ve yeni kurulan Türkiye'nin, şu ankine göre çok daha kilit bir rol oynamasından olacak. Osmanlı dönemlerinde, Avrupa genelinde bilinen, ve çoğu kimse tarafından özenilen oryantalist kültürümüz, yüzyıllar geçtikçe arada kalmış, batılı olmaya çalışan ama onu da tam olarak olamayan, böyle garip, ortaya karışık bir hale büründü. Dolayısıyla, ne eski dönemlerdeki gibi Osmanlı denince kafalarda belli bir imaj oluşacak kadar teklik veya bilinirlik var, ne de bizim örneğin İtalyan mutfağına, filmlerine, Fransız kültürüne, müziklerine duyduğumuz özenç gibi, herhangi bir ülkede genel bir beğenilirliğimiz var. Ha Luxemburg gibi bir ucundan bir ucuna gitmenin yarım saat sürdüğü ülkede bile 2 tane kebapçı bulabiliyorsunuz, sanırım mutfağımız beğeniliyor da; mecbur kaldığı için değil, gerçekten araştırdığı, merak ettiği için Türkiye'ye Erasmus'a gelen, yurt dışında Türkiye kültürünü araştıran, müziğimizi dinleyen, dilimizi öğrenmeye çalışan kaç insan vardır (elbette yok değildir de) merak ediyorum.

Vatanına-milletine sarsılmaz bir bağlılık taşıyan, süper bir ülke olarak gören, onla gurur duyan biriyim diyemiyorum. Seviyorum ülkemi dediğim gibi, çünkü burada doğdum, burada büyüdüm, arada birçok farklı ülke deneyimleme şansım olsa da 1'er 2'şer haftalığına, %99 alışkanlıktan yine "ilerde muhtemelen burda yaşarım yeaa" diyorum. Bir yeri bir yer yapan, içindeki insanlar olduğuna göre, benim Türkiye'de kalmak istememin sebebi de içindeki insanların bir kısmı, gitmek istememin sebebi de içindeki insanların diğer bir kısmı. Dolayısıyla, aslında hepimizin über insanlar olduğumuzu düşündüğüm için değil bu "dünya bizi tanısın, sevsin" isteğim, hayatımın bir değeri yokmuş gibi hissettiren ülkemin bir değeri yokmuş gibi hissetmek istemediğim için. Bir gün bu dünya'da fark yaratabilecek potansiyeli -ne olursa olsun böyle bir inancım var evet- taşıyabileceğim, ve o gün geldiğinde, atıyorum Nobel'imi alırken "bu kadının ülkesi neresi böyle yeaa, nerde kalıyo bu şimdi Avrupa mı Asya mı, nası bi yer, Arap mıydı bunlar" denmesin diye. Sırf bunun için evet. Kendi üzerimden ülkemizin adını duyurucam sevgili arkadaşlar, ben duyurana kadar siz de imajı toparlarsanız dünya genelinde pls ltf tsk. (Tüh be fena gitmiyodum sanki buraya kadar, niçin hiçbir yazıyı geyiğe bağlamadan tamamlayabilecek kadar ciddi bir insan olamıyorum? Şaka şaka geyik yapmıyodum da beni iyice narsist sanmayın diye kıvırıyorum. Şaka şaka cidden geyikti. Şaka şaka değildi. Şaka şaka. Naber?)

Yazıyı yazarken fonda çalan Edith Piaf playlist'imin sonuna yaklaştığımıza göre, yazıyı yavaş yavaş toparlamamın vakti geldi. Alakasız bi notla bitireyim madem;
Her boşluğa düştüğümde olduğu gibi yine "ben dövme mi yaptırsam yeaa, ama ne yaptırsam, ama böyle dövme yaptırmak için dövme yapılmaz ki, benim bişeyi bulup bunu dövme yaptırmam gerek demem lazım, ama ne yaptırcam ki, bütün bu yazının çıkış kaynağı aslında dövme örneklerine bakarken koluna Edith Piaf portresi yaptıran kadın üzerine yine Piaf'ı araştırmam oldu, onun bi şarkı sözünü mü yaptırsam, ama şarkı sözü yazdırmak çok klişe, bi ara La Vie En Rose'u düşünmüştüm gerçi, bi ara "Take a sad song and make it better" da düşünmüştüm ama o da yapılmış hem de Burcu'nun eski oda arkadaşı yapmış, ee napıcam alnımın ortasına E harfi mi yaptırıcam, Only God Can Judge Me mi yazdırıcam, kelebek mi yaptırıcam, Uğurcan'ın "deathly hallows" dövmesi de güzel aslında ama o da bi arkadaşımda olmuş oluyo işte, ee madem bu kadar aslında aklımda bişey yok niye dövme kasıyorum, ben her dövme yaptırmayı düşünene ya da yaptırana bin defa soran insan değil miyim "bi gün pişman olmıycağına eminsin demi" diyen, öyleyse pişman olma ihtimalimin yüksek olduğu çünkü şu an aklımda bile olmayan bir şeyi niye yaptırıyım" düşünce akışıyla savrulup duruyorum. Görüş ve önerilerinize açığım, ama çok yüksek ihtimalle 2-3 en yakınım olan insan dışında kimsenin önerisini dikkate almıycam çünkü çok sevsem beğensem de onu kendim bulmamış olduğum gibi alakasız birinden geliyo olcak ve beni ne kadar yansıtabilcek, demek ki görüş ve önerilere açık değilmişim, özür diliyorum, ama ya yakınım olmayan ama yine de beni yansıtan bişey bulan olursa, üff neyse hadi öptüm.

Edit(h): Ctrl+F yapıp ismini arayanlara özel not: Mina ve Atakan, bu yazıda isminiz geçiyo buyrun ehehe.

14 Şubat 2015 Cumartesi

Okul

Belki lisedeyken bulunduğum ortamdan, okuldan, şehirden had safhada sıkılmış olmamdan, belki şu an lise arkadaşlarımın neredeyse hiçbiriyle doğru dürüst görüşmüyor olmamdan, belki değil liseme, liseyi okuduğum şehre bile hayatımın sonuna kadar yolumun düşmesi muhtemel olmadığından olacak; daha ilk buluşmamızda, bana okuduğu liseyi ne kadar sevdiğinden ve beni oraya götürmek istediğinden bahseden sevgilimle, dün sonunda mezun olduğu liseye gittiğimizde, toplam 1,5 yıl sürecek bir restorasyon sürecine girmiş, içinin ve dışının bir kısmının yıkılmış olduğunu, her ne kadar aslına sadık kalmaya çalışsalar da, oranın artık sevdiği, güzel lise anılarının başmekanı olan halinden farklı olacağını, adeta kendi elleriyle yarattığı, gruplarına bile ismini veren müzik odası Atölye'nin de tamamen yıkıldığını ve büyük ihtimalle eski haline dönmeyeceğini öğrendiğinde, ne kadar empati yapmaya çalışsam da, neden o kadar üzüldüğünü tam olarak anlayamamış olabilirim. Tıpkı babamın Kuleli'nin puzzle'ını yapmasını, ayrıca bir tablosunu da evimize asmasını, her İstanbul'a geldiğinde köprüden geçerken gururla bize göstermesini; annemin sık sık Özel Türk Koleji'ni özlemle anmasını, aynı liseden mezun olmamıza karşın abimin CFL'de çok daha eğlenceli anılarının olmasını, üniversitedeki 3. yılımızda halen daha mezun olduğu liseyi ve oradaki insanları anlatıp duran arkadaşlarımı anlamamış olduğum gibi...

Kendi lise hayatımı, belki de önem vermediğimden olacak, flu ve kopuk kopuk garip bir şekilde hatırlıyorum. O zamanlar en yakın arkadaşlarımdan biri olan, benden 2 dönem büyük olduğu için sınıfı üst katta olan Oğuzhan'la kendi katımızdaki koridordan yukarısı/aşağısı göründüğü için el sallaştığımızı, birlikte ya onların katında ya bizim katımızda tur attığımızı hatırlıyorum, ya da serviste yan yana oturmak için birbirimize yer tutma uğraşımızı. Diğer bir en yakın arkadaşım Benay'la öğle aralarında, bahçenin en ucundaki (abimin zamanında bahçemizin ucu bucağı yoktu mesela, zaten şehir dışında konumlandığı için çevresinde kuzuların otlandığı geniş tarlalarla ayıran bir duvar yoktu; bizim zamanımızda duvar yani sınır vardı ama içinde kız öğrenci yurdu, erkek öğrenci yurdu, yemekhane binası, konferans salonu, öğretmen lojmanı ve ana bina, yani 6 binayı kapsayan hayvani bi kampüstü, işte onun en sonundaki) lojmanın arkasında taşlara oturup, öğle yemeği üstüne çikolatamızı yediğimizi ya da çikolatalı sütümüzü içtiğimizi hatırlıyorum. Beden eğitimi dersinde erkekler futbol, kızlar voleybol oynarken hava güzelse bahçedeki banklarda, değilse sınıfta ya da kütüphanede kitap okuduğumu hatırlıyorum. Sürekli benimle uğraşan, eğitim-öğretim hayatımda ilginç bir şekilde asla yıldızımın barışmadığı tek öğretmenim olan fizik öğretmenimizi hatırlıyorum, onun dersi olduğunda nası gerim gerim gerildiğimi. Yine Benay'la derste uzun uzun kağıttan yazıştığımızı hatırlıyorum, birlikte öğleden sonraki dersleri ekip, bir şekilde okuldan kaçıp, dolmuşla eve döndüğümüz zamanları. Öğle aralarında ya da boş derste kızlar depresif şarkılar açıp aşk acısı çekerken, ne kadar ayrı dünyalarda olduğumuzu düşündüğümü, aşka ve ilişkilere dair ettiğim büyük büyük lafları hatırlıyorum. 9. sınıfta, İstanbul'a geldiğimiz okul gezisinde, sürekli 11. sınıflarla takıldığım için, "öf çocuk gibi bu 9'lar" diyebilecek kadar soyutlandığımı, liseli gibi lise yaşamadığım için bi tık daha alien hissettiğimi hatırlıyorum. Bu kadar. Liseden geriye kalanlar aşağı yukarı bunlar. Özlemiyorum lisemi. Güzel anılarımı da özlemiyorum ordaki. Milyonlarca kat daha güzellerini ünivesitede yaşadım, kat kat daha sevilesi insanlarla tanıştım burda çünkü. Bu yüzdendir ki, lise hayatı über mutlu geçmiş insanlar lisesinden bahsederken, onların lisesini kendi üniversite hayatıma eşitleyip, ancak öyle empati yapabiliyorum.

Belki de lise hayatımda görece daha mutsuz olduğum için (ancak "görece" diyebiliyorum, çünkü çok şükür kendimi hayatımın hiçbir döneminde tam olarak "mutsuz" adledecek kadar büyük sıkıntım olmadı) üniversitemi bu kadar çok seviyorumdur. Belki evimden, ailemden ayrı bir şehirde, burası benim evim olduğu için, burada okuduğum, yaşadığım, eğlendiğim için, her noktasını karış karış keşfettiğim, kendi düzenimi kurduğum, sıfırdan kendi çevremi edindiğim, kendi ritüellerimi oluşturduğum, her şeyiyle bana tanıdık, her şeyiyle kendimi huzurlu ve mutlu hissettiğim yer olduğu için, yurt hayatı aşırı güzel bir şey olduğu için, geldiğim günden beri mezun olma korkusu taşıdığım için, şu an lisans hayatımın tam olarak yarısını 2 hafta geçmiş olduğumu düşündükçe, hüzün doluyordur içime. Burda yaşamak isterdim ki ben hep. Gerekirse sonsuza kadar lisans öğrencisi olmaya da tamamım aslında, baya tamamım hatta. Tamamdım daha doğrusu; en azından birkaç ay önceye kadar. İlk kez mezuniyet sonrasına dair beni heyecanlandıracak şeyler hayatıma girdiğinden beri, mezun olmayı da heyecanla bekler oldum. Bu da habitatımdan kopma üzüntüsü hatta korkusuyla, üniversiteden sonraki hayatıma dair heyecanlarımın içimde ciddi bir mücadelede olduğu anlamına geliyor ki; aslında ben 5 yıllık üniversite dönemim bitmesin diye de çırpınsam, lisede olduğu gibi bitmesine de gün saysam; eninde sonunda zaman geçecek, ve ben buradan ayrılacağım. Arkamda bıraktığım yüzlerce güzel anıyla, hayatıma kattığım ve hayatımda kalmasını isteyeceğim onlarca güzel arkadaşla, hocayla. Evet, özleyeceğim hocalarımın olması da büyük bir şey benim için, hala düzenli görüştüğüm tek hocam ortaokuldaki Türkçe öğretmenim, liseden hiç yok tahmin edileceği üzere; ve yine bu yüzden dün; liseden mezun olalı 7.5 yıl olduğu ve üstüne yüzlerce öğrenci okuttukları halde Eren'i gören her hocasının hatırlaması, onun lise dönemine dair pek çok anıya vakıf olmaları, Eren'in her yıl düzenli olarak onları ziyaret ediyor olması da benim için ilginç ve imrenilesi bir olaydı. Ancak böyle böyle kıyaslayınca anlıyorum işte; benim de çimlerimi, gölümü, IC'mi, Hangar'ımı, yurdumu değiştirmeye kalksalar, en az Eren kadar üzülürdüm. Olsun, diyorum böylece, benim de güzel hatırlanası über bir üniversite hayatım oldu, oluyor, olacak gibi de görünüyor bundan sonrasında da. Tabii ki bu über'lik üniversiteden ne beklediğinize göre de değişir; tanıtıma gelip "okul çok şehir dışında" diyerek caanım okuldan, kampüsten vazgeçen; "buranın ortamı iyi değil yeaa, X'in ortamı daha iyimiş, Taksim'e de yakın" diyen öğrencileri tatmin edemedi okulum, canım okulum, güzel okulum. Olsun, bana yuva oldu, benim gibi evci bir insana evinde hissettirdi, daha ne olsun?

Not: Yazıya eklemek üzere CFL'de çekilmiş fotoğrafımı aradım, bilgisayarımda bulamadım. Son sene okuduğum, ama aslında 1,5 ay gidip sonra evde ders çalıştığım okuldan mezuniyette çekilmiş fotoğraflar var; tercih dönemi annemle Bilkent'i gezmeye gittiğimizde bile boy boy fotoğraf çekilmiş, onları saklamışım da adam akıllı CFL yok. O değil de; az daha Bilkent'e gidicektim ben; şimdi ne yapıyor olurdum, kimle, nasıl bir insan olurdum acaba? Paralel evrenlerden birinde hayatı bir şekilde yön değiştirmemiş ve Bilkent'i seçmiş Cansu, naber?

29 Eylül 2014 Pazartesi

Mide

Tatilin sondan ikinci gününde, abimle bindiğimiz Paris-Versailles treninde, dünya'nin en masum yüzlü punk'ci kızının karşısına oturduk. Saçları fosfurlu pembe olan, yüzü akla gelebilecek her noktasında piercing'le dolu olan (iki kaşının ortası, şakakları, elmacık kemikleri; ve dudak, burun, kaş gibi klasik yerleri söylemiyorum bile) birinin daha delici bakışlarla çevreyi kesmesini beklerim; oysaki o buğulu gözleriyle camdan dışarı bakıyordu. Bu tarzının kaynağının "dad issues" ya da bi tık üstü "kimsesiz olma" gibi çocukluğuna dayanan bir acı olduğu da, gözlerinden belliydi. (ya da bütün çıkarımlarım gerçekle çok alakasız; bunu asla öğrenebileceğimi sanmıyorum). Abime eğilip "kızın yüz hatlarıyla tarzı çok ters değil mi yaa, makyajı, piercing'leri at, saçını pembeden kahverengiye boya, ideal gelin öğretmen kız" dedim. Abimse, benim öküz gibi gözlerimi dikip bakmamın aksine, kıza bakmamaya çalışıyordu; halbuki kızın bizim varlığımızdan zerre haberi yokmuş gibi bir hali vardı; kaldı ki merakla kendisini inceleyen gözleri yadırgayacağını hiç sanmıyordum. Belki de fark edilmek icin yapmiştı. Belki de çocukluğunda hiç fark edilmemişti; çok kardeşli bi evin kenara itilmiş kızıydı, belki de yurtta büyümüştü. O sırada, abimin kahvaltıda konustuğumuz konuya istinaden; Freud'un teorilerinin ne kadar demode olduğuna dair açıklaması geldi, tam tekrar eğilip "Freudyen yaklaşımı beğenmediğini biliyorum; ama şu kıza bakınca kafamdan çocukluguna dair senaryo yazıp duruyorum" diyecektim ki, yarı yolda kız saçını geriye atınca, boynundaki kalp dövmesi dikkatimi çekti ve cümlemi "la kızın içinde bi piremses yatıyomuş, kalp dövmesi yaptırmış, baksana" dedim. Abim ben bişey söyledikten hemen sonra bakmış olmamak için araya koyduğu 1 dakikalık etik bekleyişin ardından beklediğim gibi bana bakıp gülümsedi. Çünkü beklediği dövme, eğilmiş kadın poposu şekilli (benzetmeyi 9gag'de görmüştüm) bi kalpti, kızsa boynuna gerçek boyutlarına uygun; tüm damarları, kas çizgileri, arter çıkışlarıyla bi kalp çizdirmişti, aklıma direkt aşağıdaki karikatür gelmişti.


Dövmeden yola çıkarak, kızın aslında çok derin duygular hisseden biri olduğunu mu anlatmak istediğini düşünerek, trenden inerken son psikanalizimi yaptım. Alelade, sürekli gördüğümüz tarzda bi punk'cı kıza bu kadar takmamın ve üzerinde düşünmemin tek nedeni, dediğim gibi kızın tarzıyla, ruhunun masum ve kırılgan yanını maskeleyemediği gözleriydi. Sonra neden insanlarin kalbe, kalp sembolüne bu denli önem verdiğini düşündüm. Hayati organ evet, durunca ölüyosun peki; ama bir de duyguları yonetme görevini ona kim vermişti? Daha doğrusu, kim bir görevinin de bu olduğunu sanmıştı? Ruhu sembolize edemediğimiz icin, beyin de o kadar "romantik" bi organ gibi gelmediği icin miydi? Halbuki bana kalsa, duygulari beyinden sonra bağdastıracağım organ, kalp değil mide olurdu. Kalbim de hızlanıp yavaşlamak gibi tepkiler verebilse de; duygular midede daha çok hissedilir bence. Sinirlenince midem bulanır mesela, heyecanlaninca iştahim kesilir, çok mutluyken midemde arabayla hızla bir yerden inerken hissettiğimiz o güzel duygu hissedilir, midede kelebekler uçuşması, mideye bi sıcaklık yayılması, can sıkıntısında midenin kendini boş sanıp habire doldurulmak istemesi gibigibi pek cok tepkisi vardır. Mideye de göze güzel gelecek bi sembol bulunsaydı, belki ilkokullu kızlar sevdiklerinin baş harfiyle kendi baş harfi arasına eğilmis kadın poposu değil mide çizerdi, whatsapp smiley'sinde duygulu sarı kafanın ağzından mideler çıkardı, kıyafetler mide desenli olurdu, <7 falan gibi bi mide emoji kısaltması olurdu, şarkılarda, şiirlerde geçen kalbe alternatif "yürek, gönül" gibi kelimeler, mide için de bulunurdu. Ne biliyim, o kız da boynuna mide dövmesi yaptırırdı belki işte.

Not: Okul başladı, koşuşturmacalı ama eğlenceli günlerim başladı, aşırı eğlenceli bi şenlik geçti, hatta tekrar tatil geliyo falan filan ama bunları da başka bi yazıda anlatırım; uzun zamandır blog yazmıyorum ve blog yazmayı çok özledim ve hepsini bi yazıda tüketmek istemiyorum, bu yazıyı tatilin son günü yazıp taslağa atmıştım, ilk bunu paylaşıyım dedim. Bugün paylaşmamın bi sebebi de, aynı gün içinde alakasız 2 farklı arkadaşımdan "niye yazmıyosun sen artık" ve başka bi arkadaşımdan da "geçen gün Kardelen'le senin blog'unu konuştuk" lafını duymam oldu; böyle gaza gelince hep yazarım ki ben. Daha anlatacağım çok şey var hem; okuldaki 3. senem diğer senelerden daha bi güzel başladı hem akademik hem sosyal anlamda; yakın bi arkadaşımın 8.40 dersinde bıdıbıdı bişeyler anlatmama istinaden "sabahın köründe bile nası mutlu olabiliyosun" diyebileceği kadar pozitif enerji fışkırması yaşıyorum şu ara; güneş enerjisiyle çalışan psikolojim, henüz havanın berbat gidiyo olmasına bile tepki vermedi, hem şenlikte, hem de "Rainy Sunday, post-şenlik, hiçbir şey yapmama günü" olarak nitelendirdiğim dün haddinden fazla yağmur yağmasının bile tadını çıkardım. Gök gürültüsünden bile huzursuz olmadım demek isterdim ama blog'da yalan söylemiyorum.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Unicorn

Bugün ekşisözlük'te sol frame'de sürekli "ertelenince yapması zorlaşan şeyler" başlığına rastladım, ve kendi adıma aklıma gelen ilk örnek tabii ki blog yazmak oldu. Buraya çok uzun zamandır yazmıyorum, fakat yazacak bir şey bulamadığımdan değil, bilakis o kadar çok şey için "bunu blog'da anlatıyım", "unutmadan şunu bi yerlere yazıyım" dedim ki, sonunda hiçbirine fırsat bulamadım, SUch as'e yazdığım tek yazıyı ve her gün Mina'ya attığım "gün soru raporu" minvalinde upuzun mesajları da saymazsak; yazmayı bıraktım yani kısa bir süre, ama yazmak beni bırakmadı, cümleler içimde ardı ardına dizildi durdu yine, sadece ben onları kağıda ya da "sanal beyaz sayfa"ya dökmedim. Bu yüzdendir ki, artık çok geç olmadan blog'umla arayı kapatmalıyım dedim.
Bütün yazan ve yazmayı düşünenlere öneri mahiyetinde dursun buralarda bu liste
En çok yazacak şeyi tanıtım döneminde biriktirmiştim aslında, ama üzerinden çok zaman geçtiği için geriye dönüp anlatmak istemiyorum; kısaca tanıtım benim için pek çok yeni insan tanıdığım, tanıdığım insanları da daha yakından tanıdığım, ders vs. olmadığı için neredeyse her akşam dışarı çıkma imkanı bulduğum, geçen dönem yapamadığım radyo yayınımı -maalesef Mina'sız- yaptığım, tanıtımla da ilk 8-5 iş deneyimini yaşadığım, bol koşuşturmacalı, tatlı yorgunluklu bi dönem oldu. Onun dışında, okul kapandığından ve Çeşme'ye geldiğimden beri, boş boş ortalıkta dolanıp, yıl içinde her günümü sürekli planlamak zorunda olduğum için olabildiğince plan yapmaktan kaçındığım, beynimi bile adeta dinlenmeye aldığım, klasik tatil rehaveti yaşıyorum. Planın, programın, yapılacak işlerin, deadline'ların, stresin, kuru kalabalığın, koşturmanın olmadığı yerde; mutlu olacak, içimi kıpır kıpır edecek şeyler bulmak da zor olmuyor tabii. Yeni bir kitap bitirdiğimde, yeni bir dizi tavsiyesi aldığımda, bisikletimle sahile gidip gün batımına yetiştiğimde, flütle yeni bi şarkı çıkardığımda, Alya'yı kimse susturamazken benim kucağıma gelir gelmez ağlamayı kesip gülücükler saçmaya başladığında, geçen sene okul hakkında SUch as'e yazdığım yazının dış-web sayfasında kocaman reklamının yapıldığını gördüğümde, mayısta yapılamadığı için okul açıldıktan 2 hafta sonra yapılacak okul şenliğini düşündüğümde, sürekli konuşmamıza rağmen anlatacak milyonlarca şey biriktirdiğim arkadaşlarımı görmeme az kaldığını fark ettiğimde, 2 hafta sonra abimle ilk kez başbaşa çıkacağımız tatili planladığımda; ve hatta ders programı yapmanın düşüncesi bile içimi sıktığı halde, bu dönem alacağım dersleri "hımm şunun recitation'ı şuraya, şunun lab'ını bu saate alırsam, bu HUM'u alabiliyorum oley" diye programlarken bile dünyanın en mutlu insanı olabiliyorum. Evet, ders seçiminde tatilde olacağım için ders programımı şimdiden planladım ve açıp açıp bakıp kendi kendime heyecanlanıyorum; herkesin staj vs. kovaladığı tatili bu denli boş geçirince, insan kendini işe yarar hissetmek için, IC'de saatlerce ders çalıştığı zamanları bile arayabiliyor işte. İşin kötüsü, her şeye heveslendiğim için "koroya mı girsem, radyoda da devam mı etsem, flüt dersine napıp edip devam mı etsem, 5 dersle kalıp rahat mı etsem, programa bi ders daha mı sıkıştırsam" diye diye planlar yaptıkça, bir anda kendime fazla yüklenip hepsini salmaktan korkuyorum; çünkü yapmadığım şey de değil. 

Asıl fark ettiğim ve anlamsızca üzüldüğüm şey ise; bu sene okuldaki 3. senem olacak olması oldu. (-olmak fiilini daha kaç farklı ekle çekimleyebilirim?). Hazırlık okuduğum için daha 2. sınıf olacağım, ve bu da bu sene dahil okulda 3 senem daha olduğu anlamına geliyor; ama yine de zaman haddinden fazla hızlı geçti bence. Az buz anı, deneyim, değişim kâr kalmadı bu 2 yılda yanıma ama, sanki daha da, daha da çok şey yapabilirdim hissini üzerimden atamıyorum. Dönüp bakınca yapmak istediğim ve içimde kalan çok bir şey olmadı ama, okula adeta girdiğim andan beri o kadar çok "bugünlerin tadını çıkarmam", "üniversite yıllarımı iyi değerlendirmem" düşüncesiyle dolup taştım ki, zamanımı nasıl geçirirsem geçireyim yetersiz geliyor artık. Belki mezun olduktan sonra değil de, daha içindeyken, ilerde bu günleri çok özleyeceğimi bilmek işe yarar bir farkındalıktır bir noktada; ama her ne kadar mezuniyet sonrasındaki hayatıma dair de heyecanlandığım pek çok şey olsa da "böyle ortamı bir daha bulamayacağım işte" diye üzülmekten de kendimi alamıyorum. İşte bu yüzden okuldan hem akademik hem sosyal anlamda dibine kadar faydalanmak istiyorum da; ikisi arasındaki dengeyi kurmak, benim gibi o an heveslendiği şeye abartılı tutkuyla bağlanıp diğerlerini salma eğiliminde olan insanlar için pek zor oluyor tahmin edersiniz ki. Neyse, kısacası önümüzdeki günlere dair her şey için yine abartılı heyecanlıyım ben, sonum hayrolsun.


1 Haziran 2014 Pazar

Pötibör

Bundan 2 yıl önce bana; okuduğun okulu o kadar seveceksin ki; ondan 3,5 ay ayrı kalacağını düşündükçe çok üzüleceksin, bir önceki yaz ne kadar özlediğini düşünüp duracaksın; sonra okula 2 haftalığına da olsa dönmek için bi bahane bulup, tanıtım ekibine başvurup, bu çok sevdiğin okulu insanlara tanıtmak isteyeceksin; hatta 2 haftalığına da olsa yanlarından ayrılmanı istemeyen aileni okula dönmek için zar zor ikna edeceksin, ekibe hiç beklemediğin kadar hızlı kabul edilince tahmin edemeyeceğin kadar sevinecek, şimdiden okulu görmeye gelenlere neler anlatacağını, onların neler soracağını düşünüp heyecanlanacaksın deseler; herhalde inanmazdım. Hani ilkokul ve ortaokulla bi problemim yoktu; zaten o yaşta bi insanın ne problemi olacak da; okuduğum liseden o kadar nefret ediyordum ki; üniversiteye başladığımda lise yıllarını, orada sevdiği hocaları, kocaman arkadaş gruplarını falan anlatan insanları asla anlayamadım ben. Liseden yanıma 2 tane çook sevdiğim insan kâr kaldı; onun dışında tanıyıp sevdiğim, hala az da olsa görüştüğüm başka insanlar da oldu elbette ama hiçbir zaman "mezun olduğu liseyi çok özleyen insan" olmadım ben. Biraz da içindeyken değil de, uzakta olunca yaşadığım tüm kötü şeyleri düşünüp düşünüp iyice soğuttum kendimi, bilmiyorum. Belki de bu yüzden bu kadar çok sevdim Sabancı'yı, içindeki her bir detayı ve hatta yolunda gitmeyen her şeyi de "olsun, olur o kadarlık, yine de mükemmel benim okulum" diyecek kadar abartılı bir sevgiyle. Şu final döneminde hayattan ve her şeyden soğumuş ve bıkmış, tatile inanılmaz ihtiyacım varken, 3,5 ay Çeşme'de denizli, havuzlu, bol bol yayılmalı, aileli, arkadaşlı, kitap okumalı, dizi izlemeli güpgüzel tatilimi bölüp; 2 hafta okula dönüp güneşin altında , 40 derece sıcakta insanlara bir şeyler anlatmaya karar verdiysem; artık ne kadar sevdiğimi daha fazla anlatmama gerek yok sanırım. Sözün özü; 1 hafta sonra İzmir'e dönüyorum, sonra 1 ay sonra temmuzun ilk iki haftasında tekrar okula dönüyorum, hatta ilk kez doğum günümü ailemden ayrı geçireceğim; onu da yaz okulunda ya da İstanbul'da olacak arkadaşlarıma duyurayım :P

Bu hafta:
- Pijamalarımın altına topuklu ayakkabı giyip, lahmacun almaya gittim
- Bir anda aşırı sağanak yağmur, yıldırım, şimşek ne varsa bastırınca; Sabancı'nın İzmir'li olmayan nüfusu bunu kıyamet alameti adlederken, geri kalan İzmir nüfusuna dahil olarak, bunun kendini Okyanusal iklimde sanan şizofrenik İzmir için ortalama bir kış akşamı olduğunu düşünüp, evimde hissettim.
- Ders çalışırken her akşam çaya ya da kahveye pötibör banıp banıp yiyip; Öss günlerimi hatırladım. Pötibör'ün aşırı güzel bi kelime olduğuna karar verdim. (Hellö Çağın)
Öyle bir hafta düşünün ki, hayatımdaki en önemli şey: PÖTİBÖR
- 2 blog önce bahsettiğim deneme yarışmasının ödül töreni yapıldı. Yazma Becerilerinin başındaki kadın "istediğiniz bir arkadaşınız, ya da hocanız ödülünüzü takdim edebilir" dediğinde, içeri girer girmez bana sarılıp "seninle gurur duyuyorum" diyen Banu hocaya baktım, böylece ödülü de onun elinden aldım. Banu hoca hazırlıktaki ve 1. dönemdeki TLL hocamdı, bu dönem ne yaptıysam hiçbir section'ına giremedim ve yoğunluktan yanına uğramayı da ihmal ettim. Törende yazdığı şiirlerden bahsederken "bir ara ben de okuyabilir miyim" demiştim; unutmamış ertesi gün hepsini toplayıp mail atmış, "Sevgiler ve umarım keyifli okumalar... Öylesine toplamıştım bir ara yazdıklarımı... Seç seç oku istersen... Sonra bir ara kahvelerimizi de elimize alıp sohbete dalarız kim bilir :)))" diye de not düşmüş. 1 haftadır hem okumaya doyamayıp, hem bitirmeye kıyamadan onun şiirlerini okuyorum. Bu okulun bana kattığı en değerli ve unutulmaz insanlardan birinin Banu hoca olduğunu tekrar tekrar anladım. (bir diğeri de Nezaket hoca kesinlikle).
- Yine Ekşi'de ruh ikizimi buldum
- Ekşi'de gay ve lezbiyenleri, çocuk katilleriyle bir tutan biriyle baya ciddi bi tartışma yaşadım
- Burcu geldi okula geçen hafta sonu için, yine hala okulda olsa ne kadar güzel, ne kadar eğlenceli olacağını düşünüp üzüldüm.
- Facebook, Twitter, Ekşi Sözlük, Instagram, Blogspot, Snapchat vs. gibi kullanmadığım uygulama kalmamışken "zannedersem tek eksiğim..." diyerek Foursquare açtım. Final haftası olduğu için, bütün check-in'leri okulda, çoğunlukla IC'de yaptım.
- Ertesi gün bi de Spotify açtım. (Hellö Mete)
- Gecenin bi yarısı "Harry Potter maratonu var" dediler gittim
- Aynı gecenin daha sabaha karşı olan saatlerinde gıda zehirlenmesi nedeniyle med-line'a gittim
- 2 gün arayla katıldığım 2 farklı sürpriz doğum günü partisinde, doğum günü kızlarına yaşattığımız şaşkınlıkla mutlu olup, kendi yaz ortasına denk gelen doğum günüme lanet ettim. (Hiç sürpriz doğum günü partim olmadı benim, hep tatilin ortasına gelince "kimler İzmir'de, napıyoruz" muhabbetlerine hep dahil olmak zorunda kaldım. E yukarda da mesajı verdim, hadi artık )
- Mina'yla "ağlatmalı film izleyelim" dediğimiz bir akşam; filimadami'ndan "ağlama melis" kategorisinden film seçerken, filmlerin zaten çoğunu izlediğimi fark ettim. Sorsanız, dram değil komedi seviyorum derdim.
- Ağır dram filmi sevmeminin nedeninin; normal zamanda üzüntüden ölcek durumda olsam da çok zor ağlamam olduğuna karar verdim. (kendime not; bunu bi ara ayrıca anlatayım).
- Cadde'de 7-8 yaşlarındaki kızları "saçımı sarıya boyatcam" diye tutturunca "seni eve almam!" diyen bir baba ve "salak mısın Sude yaa" diyen bir anneden oluşan bir aileyle, 60 saniye yaya geçidinde ışık bekledim
- Atakan, kaç gündür beni ve aynı soruyu ilettiğim herkesi kitleyen bi soru sordu. "Çok aşık olduğumda bi daha sor" dedim.
- Öğrencilik hayatımın 15. yılının sonuna doğru; ders çalışmayı bilmediğimi fark ettim ve kendime ağır dikkat eksikliği ve hiperaktivite teşhisi koydum.
- Yarın son finalime girdikten sonra, annemler İstanbul'a gelene kadar 5 gün bomboşum. Finali benle aynı anda biten arkadaşlarım eve döneceği; bitmeyenler de ders çalışıyo olacağı için aslında bi boka yaramadığını fark ettim.
- Mina'yla kendime hazırladığım 1 tencere makarnayı süzerken lavaboya döktüm.
- "Ben az önce kustum" diyene kadar yanımdaki 4 arkadaşımın ruhu duymadan 3 kez kustum
- Yine bir şarkıya, gece gündüz dinleyip, sıkılıp bıkmaktan korkarak aşırı bağlandım.
- Mina'yla, Türkçe Pop'un dibine vurduğumuz bir gece yapıp tam 2 saat şarkı söyledim. (Snapchat'imde ekli olanlar; evet o gece o gece)
- Cüzdanımın fermuarı bozuldu. İçini boşaltırken anlamsızca biriktirdiğim fişleri tek tek inceledim. Fişlerin ne kadar güzel anı olabileceğini fark ettim.
- 2 haftadan fazladır, (ki önemli bir 2 haftaydı) günlük yazmayı ihmal ettim.
- O yüzden burayı biraz günlük yerine koydum.