13 Temmuz 2013 Cumartesi

Altın Çağ ve Cansucentric

Sabah'ın 8.40'ınde full makyajıyla ve fönlü saçlarıyla derse gelen kızın yanında bile kendimi paspal hissetmiyorum, Downton Abbey izlerken hissettiğim kadar. Tamam bu kurgu bir dizi, ama sonuçta gerçekten böyle dönemler olmuş, böyle insanlar yaşamış buralarda bir yerlerde. Bakkala giderken bile kabarık elbiseleriyle, şapkasıyla, eldiveniyle giden insanlar varmış, evlerinde dans baloları düzenler, şıkıdım şıkıdım takılırlarmış yani. Sonra bir de kendi aileme bakıyorum, dördümüz de şortlarla koltuklara yayılmışız, tatlı yiyip Modern Family izliyoruz falan. Babama "lordum" dediğimi, anneme "günaydın, hanımefendileri bugün nasıllar?" dediğimi, abimi görünce reverans yaptığımı falan hayal ediyorum acayip gülüyorum. Böyle hiyerarşi olmayan, sınırları aşmış bir ailede olduğum için mutluyum da; an geliyor o öğlen büyükannesine çay içmeye, çok pardon "çay partisine" giderken bile 1,5 saat saçını başını yaptıran, tüllü pullu kabarık elbiselerini giyen 18.-19. yüzyıl kızlarından biri olmak istiyorum. Bir de kültürel ve sanatsal anlamda altın çağın yaşandığı gerçeği var, basit bir taşra kızı bile günlerini kitap okuyarak, piyano çalarak, Fransızca öğrenerek geçiriyor, var sen düşün soylu aile kızlarını. Tam anlamıyla sanata doymuşlar. Ya da 16. yüzyılda yaşayan bir bilim kadını olup adımı tarihe altın harflerle yazdırmayı da çok isterdim. Sonuçta günümüzde bilimle uğraşan bir kadın olmak o zamanlardaki kadar özel, büyük ve farklı bir şey değil.
Özendiğim yeni çağ kadını imgesi aşağı yukarı böyle bir şey

Sadece Downton Abbey değil, Midnight in Paris, Pride and Prejudice, Sense and Sensibility, Woody Allen filmleri, Audrey Hepburn filmleri, yeniçağ Avrupa’sını, 1900’ler Amerika’sını anlatan bütün filmler bana yanlış çağda yaşadığım duygusunu yaşatıyor. Hatta That ‘70s Show bile. Midnight in Paris’de “altın çağ” kavramı vardı, yaşanmak istenen çağ yani. Bu film hakkında Ekşi’den biriyle konuşurken, belki de geçmişte yaşamaya bu denli özenmemizin nedeninin şimdi yaşadığımız çağdan memnun olmamamız, geleceğe dair karamsar beklentilerimizin olması, geçmişse zaten yaşandığı için, iyi-kötü tüm yönlerini bilmemiz, bizi şaşırtmayacağı/hayal kırıklığına uğratmayacağı olduğuna karar vermiştik. Ve sonuçta hiçbir zaman daha iyiye gitmiyoruz. Her şey gün geçtikçe daha da bozuluyor sadece. O yüzden benim altın çağım rönesans dönemi de olabilir 70'ler de, sadece bu çağ olmadığı kesin.

Nasıl ki Ptolemy'nin dünya'nın evrenin merkezinde olduğunu öne sürdüğü Geocentric modeli, Copernicus'in evrenin merkezinde güneş olduğunu söylediği Heliocentric modeli varsa, benim de Cansucentric modelim var. Narsistlik ya da megalomani gibi geliyor ama aslında narsistlikten ziyade, her ne kadar ben bu ismi astronomik sistemlere dayandırarak açıklasam da, olayın orjinali psikolojide zaten "egocentric" diye geçiyor. Mantık aynı, latince aynı, heheh. Neyse, sık sık evrenin benim için yaratıldığı, benim dışımdaki şeylerin de sadece etkileri bana yansısın diye var olduğu, benim bilmediğim ve öğrenmeyeceğim şeylerin de zaten var olmadığı, benim iyiliğim için yolunda giden olaylar zincirlerinin tesadüfler değil, zaten bana özel yapılmış olması gibi eminim bana psikanaliz yapacak birine epey malzeme çıkaracak düşünceler peydah oluyor. Elbette bu düşüncelere kayıtsız şartsız bağlı değilim, evrenin tek hakimi benim gibi bi Tanrı kompleksim yok. Sadece hayatımın merkezinde "doğal olarak" kendim olduğum için bana göre ve benim algıladığım kadarıyla da en önemli varlık benim, evren, hayat vs. benim için yaratılmadıysa da aksine inanmamı sağlayacak bir şey yok sonuçta. Bence yani.

Hayattaki en büyük derdimin, Futurama'nın indirdiğim bölümlerle altyazısının tutmaması, dizimag'dekinin de imdb'deki sıralamaya uymaması olduğu günler hiç bitmese keşke. Gerçi düşündüm de, bu baya da büyük bi dert, bu derdimin de olmadığı günler gelsin. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder