5 Haziran 2015 Cuma

Piaf

Bugüne değin Edith Piaf  ve hayatına girenlerle ilgili onlarca yazı okumuşumdur, La Mome'u 2 kez izlemişimdir, Whatsapp iletimi La Vie En Rose'dan bir cümleyle taçlandırmışımdır; fakat annesi Annetta Giovanna Maillard'ın, kendisini 3 yaşındayken büyükannesine bırakıp, İstanbul'a geldiğini, İstanbul'da senelerce gazinolarda şarkı söylediğini, ve akıbeti bilinmese de yüksek ihtimalle İstanbul'da öldüğünü (bir rivayete göre de tutunamayıp birkaç yıl içinde Paris'e dönmüş) öğrenmem bugüne rastladı. Piaf'ın annesiz büyüdüğü epey bilinen bir gerçektir, hatta kız kardeşinin, onun hayatını anlattığı kitaptaki en vurucu cümlelerden biridir "Annesiz yaşamış Edith'in, şimdi bir sürü annesi var" cümlesi; lakin bu annenin İstanbul'a gelmiş olması, benim adıma şaşırtıcı oldu. Edith Piaf ve İstanbul'a dair bir kesişim ortaya çıktığı için mi? Tıpkı James Baldwin'in 2 yıl İstanbul'da yaşadığını, hatta bir kitabını, arkadaşları olan Gülriz Sururi ve Engin Cezzar'ın evinde yazdığını öğrendiğimdeki gibi bir şaşkınlıktı bu.

Belki bu denli sevilen, saygı ve hayranlık duyulan kişileri yüceltmekten, belki de yaşadığım ülkeyi önemsiz görmekten olacak, ne yazık ki bu tarz şeyler beni, aşağıdaki karikatürdeki adam kadar heyecanlandırabiliyor. O yüce insanların, benim tırt ülkemle bir alakası var! (Hayır yaşadığım ülkeyi seviyorum aslında, dünya genelindeki imajından ve bilinmezliğinden bahsediyorum). Tıpkı, yurt dışında tanışılan birine nereli olduğunu söylediğinde boş gözlerle bakmaması gibi; mesela Châtelet'ten St. Michel'e aktarma yapacağımızda line'ı danışmak için konuştuğumuz, ve über bir sempatiyle bizle muhabbete giren, nereli olduğumuzu soran yağız Fransız delikanlısı ismini unuttuğum abimizin, İstanbul'a gelip 1 hafta bir yatta kaldığını, yattan çok nadir inse ve bunun az bir kısmını ayık geçirse de, İstanbul deyince eğlenceli anılarının canlandığını ve mutlaka bir daha -bu defa ayık gezmek üzere- gelmek istediğini duyduğumda sevinmem gibi. Tanınıyor, biliniyor yalnız ve güzel ülkem; insanlar haberdar, bizim onları takip ettiğimiz, haberdar olduğumuz kadar!


Sanırım bugüne dek en çok Türk lafı geçen yabancı dizi, Downton Abbey olmuş olabilir. O da elbette 1. Dünya Savaşı döneminden başladığından, ve o dönemlerde Osmanlı-ve yeni kurulan Türkiye'nin, şu ankine göre çok daha kilit bir rol oynamasından olacak. Osmanlı dönemlerinde, Avrupa genelinde bilinen, ve çoğu kimse tarafından özenilen oryantalist kültürümüz, yüzyıllar geçtikçe arada kalmış, batılı olmaya çalışan ama onu da tam olarak olamayan, böyle garip, ortaya karışık bir hale büründü. Dolayısıyla, ne eski dönemlerdeki gibi Osmanlı denince kafalarda belli bir imaj oluşacak kadar teklik veya bilinirlik var, ne de bizim örneğin İtalyan mutfağına, filmlerine, Fransız kültürüne, müziklerine duyduğumuz özenç gibi, herhangi bir ülkede genel bir beğenilirliğimiz var. Ha Luxemburg gibi bir ucundan bir ucuna gitmenin yarım saat sürdüğü ülkede bile 2 tane kebapçı bulabiliyorsunuz, sanırım mutfağımız beğeniliyor da; mecbur kaldığı için değil, gerçekten araştırdığı, merak ettiği için Türkiye'ye Erasmus'a gelen, yurt dışında Türkiye kültürünü araştıran, müziğimizi dinleyen, dilimizi öğrenmeye çalışan kaç insan vardır (elbette yok değildir de) merak ediyorum.

Vatanına-milletine sarsılmaz bir bağlılık taşıyan, süper bir ülke olarak gören, onla gurur duyan biriyim diyemiyorum. Seviyorum ülkemi dediğim gibi, çünkü burada doğdum, burada büyüdüm, arada birçok farklı ülke deneyimleme şansım olsa da 1'er 2'şer haftalığına, %99 alışkanlıktan yine "ilerde muhtemelen burda yaşarım yeaa" diyorum. Bir yeri bir yer yapan, içindeki insanlar olduğuna göre, benim Türkiye'de kalmak istememin sebebi de içindeki insanların bir kısmı, gitmek istememin sebebi de içindeki insanların diğer bir kısmı. Dolayısıyla, aslında hepimizin über insanlar olduğumuzu düşündüğüm için değil bu "dünya bizi tanısın, sevsin" isteğim, hayatımın bir değeri yokmuş gibi hissettiren ülkemin bir değeri yokmuş gibi hissetmek istemediğim için. Bir gün bu dünya'da fark yaratabilecek potansiyeli -ne olursa olsun böyle bir inancım var evet- taşıyabileceğim, ve o gün geldiğinde, atıyorum Nobel'imi alırken "bu kadının ülkesi neresi böyle yeaa, nerde kalıyo bu şimdi Avrupa mı Asya mı, nası bi yer, Arap mıydı bunlar" denmesin diye. Sırf bunun için evet. Kendi üzerimden ülkemizin adını duyurucam sevgili arkadaşlar, ben duyurana kadar siz de imajı toparlarsanız dünya genelinde pls ltf tsk. (Tüh be fena gitmiyodum sanki buraya kadar, niçin hiçbir yazıyı geyiğe bağlamadan tamamlayabilecek kadar ciddi bir insan olamıyorum? Şaka şaka geyik yapmıyodum da beni iyice narsist sanmayın diye kıvırıyorum. Şaka şaka cidden geyikti. Şaka şaka değildi. Şaka şaka. Naber?)

Yazıyı yazarken fonda çalan Edith Piaf playlist'imin sonuna yaklaştığımıza göre, yazıyı yavaş yavaş toparlamamın vakti geldi. Alakasız bi notla bitireyim madem;
Her boşluğa düştüğümde olduğu gibi yine "ben dövme mi yaptırsam yeaa, ama ne yaptırsam, ama böyle dövme yaptırmak için dövme yapılmaz ki, benim bişeyi bulup bunu dövme yaptırmam gerek demem lazım, ama ne yaptırcam ki, bütün bu yazının çıkış kaynağı aslında dövme örneklerine bakarken koluna Edith Piaf portresi yaptıran kadın üzerine yine Piaf'ı araştırmam oldu, onun bi şarkı sözünü mü yaptırsam, ama şarkı sözü yazdırmak çok klişe, bi ara La Vie En Rose'u düşünmüştüm gerçi, bi ara "Take a sad song and make it better" da düşünmüştüm ama o da yapılmış hem de Burcu'nun eski oda arkadaşı yapmış, ee napıcam alnımın ortasına E harfi mi yaptırıcam, Only God Can Judge Me mi yazdırıcam, kelebek mi yaptırıcam, Uğurcan'ın "deathly hallows" dövmesi de güzel aslında ama o da bi arkadaşımda olmuş oluyo işte, ee madem bu kadar aslında aklımda bişey yok niye dövme kasıyorum, ben her dövme yaptırmayı düşünene ya da yaptırana bin defa soran insan değil miyim "bi gün pişman olmıycağına eminsin demi" diyen, öyleyse pişman olma ihtimalimin yüksek olduğu çünkü şu an aklımda bile olmayan bir şeyi niye yaptırıyım" düşünce akışıyla savrulup duruyorum. Görüş ve önerilerinize açığım, ama çok yüksek ihtimalle 2-3 en yakınım olan insan dışında kimsenin önerisini dikkate almıycam çünkü çok sevsem beğensem de onu kendim bulmamış olduğum gibi alakasız birinden geliyo olcak ve beni ne kadar yansıtabilcek, demek ki görüş ve önerilere açık değilmişim, özür diliyorum, ama ya yakınım olmayan ama yine de beni yansıtan bişey bulan olursa, üff neyse hadi öptüm.

Edit(h): Ctrl+F yapıp ismini arayanlara özel not: Mina ve Atakan, bu yazıda isminiz geçiyo buyrun ehehe.

14 Şubat 2015 Cumartesi

Okul

Belki lisedeyken bulunduğum ortamdan, okuldan, şehirden had safhada sıkılmış olmamdan, belki şu an lise arkadaşlarımın neredeyse hiçbiriyle doğru dürüst görüşmüyor olmamdan, belki değil liseme, liseyi okuduğum şehre bile hayatımın sonuna kadar yolumun düşmesi muhtemel olmadığından olacak; daha ilk buluşmamızda, bana okuduğu liseyi ne kadar sevdiğinden ve beni oraya götürmek istediğinden bahseden sevgilimle, dün sonunda mezun olduğu liseye gittiğimizde, toplam 1,5 yıl sürecek bir restorasyon sürecine girmiş, içinin ve dışının bir kısmının yıkılmış olduğunu, her ne kadar aslına sadık kalmaya çalışsalar da, oranın artık sevdiği, güzel lise anılarının başmekanı olan halinden farklı olacağını, adeta kendi elleriyle yarattığı, gruplarına bile ismini veren müzik odası Atölye'nin de tamamen yıkıldığını ve büyük ihtimalle eski haline dönmeyeceğini öğrendiğinde, ne kadar empati yapmaya çalışsam da, neden o kadar üzüldüğünü tam olarak anlayamamış olabilirim. Tıpkı babamın Kuleli'nin puzzle'ını yapmasını, ayrıca bir tablosunu da evimize asmasını, her İstanbul'a geldiğinde köprüden geçerken gururla bize göstermesini; annemin sık sık Özel Türk Koleji'ni özlemle anmasını, aynı liseden mezun olmamıza karşın abimin CFL'de çok daha eğlenceli anılarının olmasını, üniversitedeki 3. yılımızda halen daha mezun olduğu liseyi ve oradaki insanları anlatıp duran arkadaşlarımı anlamamış olduğum gibi...

Kendi lise hayatımı, belki de önem vermediğimden olacak, flu ve kopuk kopuk garip bir şekilde hatırlıyorum. O zamanlar en yakın arkadaşlarımdan biri olan, benden 2 dönem büyük olduğu için sınıfı üst katta olan Oğuzhan'la kendi katımızdaki koridordan yukarısı/aşağısı göründüğü için el sallaştığımızı, birlikte ya onların katında ya bizim katımızda tur attığımızı hatırlıyorum, ya da serviste yan yana oturmak için birbirimize yer tutma uğraşımızı. Diğer bir en yakın arkadaşım Benay'la öğle aralarında, bahçenin en ucundaki (abimin zamanında bahçemizin ucu bucağı yoktu mesela, zaten şehir dışında konumlandığı için çevresinde kuzuların otlandığı geniş tarlalarla ayıran bir duvar yoktu; bizim zamanımızda duvar yani sınır vardı ama içinde kız öğrenci yurdu, erkek öğrenci yurdu, yemekhane binası, konferans salonu, öğretmen lojmanı ve ana bina, yani 6 binayı kapsayan hayvani bi kampüstü, işte onun en sonundaki) lojmanın arkasında taşlara oturup, öğle yemeği üstüne çikolatamızı yediğimizi ya da çikolatalı sütümüzü içtiğimizi hatırlıyorum. Beden eğitimi dersinde erkekler futbol, kızlar voleybol oynarken hava güzelse bahçedeki banklarda, değilse sınıfta ya da kütüphanede kitap okuduğumu hatırlıyorum. Sürekli benimle uğraşan, eğitim-öğretim hayatımda ilginç bir şekilde asla yıldızımın barışmadığı tek öğretmenim olan fizik öğretmenimizi hatırlıyorum, onun dersi olduğunda nası gerim gerim gerildiğimi. Yine Benay'la derste uzun uzun kağıttan yazıştığımızı hatırlıyorum, birlikte öğleden sonraki dersleri ekip, bir şekilde okuldan kaçıp, dolmuşla eve döndüğümüz zamanları. Öğle aralarında ya da boş derste kızlar depresif şarkılar açıp aşk acısı çekerken, ne kadar ayrı dünyalarda olduğumuzu düşündüğümü, aşka ve ilişkilere dair ettiğim büyük büyük lafları hatırlıyorum. 9. sınıfta, İstanbul'a geldiğimiz okul gezisinde, sürekli 11. sınıflarla takıldığım için, "öf çocuk gibi bu 9'lar" diyebilecek kadar soyutlandığımı, liseli gibi lise yaşamadığım için bi tık daha alien hissettiğimi hatırlıyorum. Bu kadar. Liseden geriye kalanlar aşağı yukarı bunlar. Özlemiyorum lisemi. Güzel anılarımı da özlemiyorum ordaki. Milyonlarca kat daha güzellerini ünivesitede yaşadım, kat kat daha sevilesi insanlarla tanıştım burda çünkü. Bu yüzdendir ki, lise hayatı über mutlu geçmiş insanlar lisesinden bahsederken, onların lisesini kendi üniversite hayatıma eşitleyip, ancak öyle empati yapabiliyorum.

Belki de lise hayatımda görece daha mutsuz olduğum için (ancak "görece" diyebiliyorum, çünkü çok şükür kendimi hayatımın hiçbir döneminde tam olarak "mutsuz" adledecek kadar büyük sıkıntım olmadı) üniversitemi bu kadar çok seviyorumdur. Belki evimden, ailemden ayrı bir şehirde, burası benim evim olduğu için, burada okuduğum, yaşadığım, eğlendiğim için, her noktasını karış karış keşfettiğim, kendi düzenimi kurduğum, sıfırdan kendi çevremi edindiğim, kendi ritüellerimi oluşturduğum, her şeyiyle bana tanıdık, her şeyiyle kendimi huzurlu ve mutlu hissettiğim yer olduğu için, yurt hayatı aşırı güzel bir şey olduğu için, geldiğim günden beri mezun olma korkusu taşıdığım için, şu an lisans hayatımın tam olarak yarısını 2 hafta geçmiş olduğumu düşündükçe, hüzün doluyordur içime. Burda yaşamak isterdim ki ben hep. Gerekirse sonsuza kadar lisans öğrencisi olmaya da tamamım aslında, baya tamamım hatta. Tamamdım daha doğrusu; en azından birkaç ay önceye kadar. İlk kez mezuniyet sonrasına dair beni heyecanlandıracak şeyler hayatıma girdiğinden beri, mezun olmayı da heyecanla bekler oldum. Bu da habitatımdan kopma üzüntüsü hatta korkusuyla, üniversiteden sonraki hayatıma dair heyecanlarımın içimde ciddi bir mücadelede olduğu anlamına geliyor ki; aslında ben 5 yıllık üniversite dönemim bitmesin diye de çırpınsam, lisede olduğu gibi bitmesine de gün saysam; eninde sonunda zaman geçecek, ve ben buradan ayrılacağım. Arkamda bıraktığım yüzlerce güzel anıyla, hayatıma kattığım ve hayatımda kalmasını isteyeceğim onlarca güzel arkadaşla, hocayla. Evet, özleyeceğim hocalarımın olması da büyük bir şey benim için, hala düzenli görüştüğüm tek hocam ortaokuldaki Türkçe öğretmenim, liseden hiç yok tahmin edileceği üzere; ve yine bu yüzden dün; liseden mezun olalı 7.5 yıl olduğu ve üstüne yüzlerce öğrenci okuttukları halde Eren'i gören her hocasının hatırlaması, onun lise dönemine dair pek çok anıya vakıf olmaları, Eren'in her yıl düzenli olarak onları ziyaret ediyor olması da benim için ilginç ve imrenilesi bir olaydı. Ancak böyle böyle kıyaslayınca anlıyorum işte; benim de çimlerimi, gölümü, IC'mi, Hangar'ımı, yurdumu değiştirmeye kalksalar, en az Eren kadar üzülürdüm. Olsun, diyorum böylece, benim de güzel hatırlanası über bir üniversite hayatım oldu, oluyor, olacak gibi de görünüyor bundan sonrasında da. Tabii ki bu über'lik üniversiteden ne beklediğinize göre de değişir; tanıtıma gelip "okul çok şehir dışında" diyerek caanım okuldan, kampüsten vazgeçen; "buranın ortamı iyi değil yeaa, X'in ortamı daha iyimiş, Taksim'e de yakın" diyen öğrencileri tatmin edemedi okulum, canım okulum, güzel okulum. Olsun, bana yuva oldu, benim gibi evci bir insana evinde hissettirdi, daha ne olsun?

Not: Yazıya eklemek üzere CFL'de çekilmiş fotoğrafımı aradım, bilgisayarımda bulamadım. Son sene okuduğum, ama aslında 1,5 ay gidip sonra evde ders çalıştığım okuldan mezuniyette çekilmiş fotoğraflar var; tercih dönemi annemle Bilkent'i gezmeye gittiğimizde bile boy boy fotoğraf çekilmiş, onları saklamışım da adam akıllı CFL yok. O değil de; az daha Bilkent'e gidicektim ben; şimdi ne yapıyor olurdum, kimle, nasıl bir insan olurdum acaba? Paralel evrenlerden birinde hayatı bir şekilde yön değiştirmemiş ve Bilkent'i seçmiş Cansu, naber?