22 Nisan 2014 Salı

Gelgit

Galiba bugüne kadar, ya da en azından son 2 yıldır, sinirlendiğim olaylar hep gece geç saatlere denk gelmiş ki; yanımdaysa yüz yüze, değilse de upuzuun bir mesajla olan biteni Mina'ya anlatıp, üstüne zaten gece olduğu için bi güzel uyuyup, sabah çok daha sakin uyanmak gibi bir yöntem geliştirmişim. İşte bu yüzden, ilk kez sabahın 9'u gibi saçma bir saatte sinirlenince, ritüelin ilk kısmını gerçekleştirip, benden kilometrelerce uzaktaki Mina'ya uzuun bir mesaj yazıp kızın da dersini trolleyip, bi de sonuna "aa ilk kez böyle uzun bi mesajı sabah atıyorum, bi ara bunu kutlayalım" diye not düştükten sonra; mal gibi kaldım. "Ee nası oluyo bu şimdi yani? Daha yeni uyandım, yatılmaz da bi daha. Kahvaltı için de iştahım kalmadı..." diye diye, önümde durup durup sinirlenecek kocaman bir günüm olduğunu fark edip ne yapacağımı bilemedim. Neyse ki sinirimin geçmesi uzun sürmedi, Mina'ya "bi gün hesabını sorarım" desem de maalesef hiçbir zaman aynı kızgınlığı muhafaza edemediğim ve kin güdemediğim için ve hatta şu an bunu yazarken bile hissettiğim sinirin zerresi kalmadığı için, yine yeniden o an kendi kendimi yediğimle kaldım. Ve yine bir süre önce, Mina artık fazlasıyla alışkın olsa da Atakan o zamanlar bu hallerime pek alışkın olmadığı için, ikisinin yanında saçmasapan bir şeye çook sinirlendiğimde, ne yapacağını bilememiş, çocukcağız o yüzümü görünce epey şaşırmıştı. Mina ise "Cansu'ya olur böyle, bişey söylemeye gerek yok çünkü geçeceğini biliyorum" demişti. Nitekim, o gece kafasına kafasına davul fırlatmak istediğim kızı ertesi sabah gördüğümde, "günaydıın" diye gülümserken, en azından %90 oranında içtendim.

İçimdeki dengesiz yönü yeterince ifade ettiysem; ki aslında bu benim dengesizliğim değil bilakis 7 milyarlık dünya nüfusu içinde özenle seçmiş gibi enn dengesiz insanları hayatıma katmamdan kaynaklanıyor. Neyse, cümleyi tamamlayıp yeni şeye geçiyodum o bile yarım kaldı; diyorum ki eğer ifade edebildiysem, dün Burcu'ya yazarken "aa blog'a da yazıyım" dediğim daha önemli bi konuya geçeyim. Geçen cumartesi, aralıkta saçımı kestirmeden önceki, yani saçımın en uzun halinin fotoğraflarına baktım. "Belime kadar upuzun, gayet sağlıklı saçlarım varmış, ne diye gittim de kısacık kestirdim ki ben bunları? Nası kıydım" dedim. Aynı gün, akşamüstü kuaföre gittim ve saçımı biraz daha kestirdim. Yaptığım harekette mantık arayıp yorulmadım, onun yerine şunu tespit ettim ki, hayatım boyunca otoritesine asla ses çıkaramayacağım insanlar, kuaförlermiş. Asla memnuniyetsizliğimi dile getiremiyorum, asla eksik ya da yanlış bir şeyi söyleyemiyorum. Kaşım alındı ama alınmamış bir yer mi kaldı? "Olsun yaa eve gidince kendim düzeltirim orayı" diyorum, fön çekildi ama tam düzgün olmadı mı? "Düzleştiriciyle üstünden geçerim ne var ki" diyorum. Saçı asla istendiği gibi kesmeyen kuaför diye bir gerçek zaten var; o herkesin ortak çilesi. Hani bi noktada anlıyorsun ki, sen ne söylersen söyle, adamın aklında belli bişey var ve sen dil döksen, yalvarsan falan da "yok yok bu senin yüzüne daha güzel gitcek, sen bana bırak yaa, naptığımı biliyorum heralde" deyip, kafasına göre kesecek sonuçta. Enn fazla ana hatlarıyla hangi boyda istediğini söyleyebiliyorsun, gerisi doğaçlama, gerisi tamamen onun insiyatifinde. Ayrıca, mutlaka bir kuaförün yaptığını diğeri hiiç beğenmez, bi dünya laf eder, çünkü birbirlerini rakip olarak görürler ve tabi ki kendilerine sadık kalınmasını isterler ya; arada bizim özgüvenimizi harcadıklarını ise ne yazık ki fark edemiyorlar. En son saçıma acıyan gözlerle bakıp "kim kesti en son saçını" dediğinde, 'işte o an!' diyerek "e en son siz kesmiştiniiz?" dediğimde, bana "hıı o zaman sen bişey yapmışsın!" dedi. He evet, arada elime makası alıp bodoslama dalıyorum ben çünkü, şu filmlerde sinir krizi geçirip lavaboda saçını kesen kızmışım ben aslında... (Üstteki paragraftan sonra bunu yapsam bi iç tutarlılık sağladığımı düşünürdünüz dimi. Çok ayıp). Neyse, bunlar hep iç ses tabii, gerçekte anlamsız bir utanç peydah oluyor, çoğu kez kuaförden mutsuz dönüp anneme dert yanarken kadıncağız haklı olarak "E Cansu bunları bana söyleyene kadar orda söyleseydin ya?" diyor da, ben kuaförlerin sarsılmaz otoritesini kayıtsız şartsız kabul ettim bi kere.
Her ortak acıya parmak basan bir 9gag postu bulunabilir...
Kuaförlerde geçirilen zaman benim için sıkıcı olsa da; gözlem ve tespit yapmak için harika bir yer. Oraya düzenli olarak haftada 2-3 kez gelip, yarım saat saçına bişey yaptırıp 4 saat kahve içip muhabbet eden kadınlar olur. Ve kuaförler de bu kadınların hayatında olup biten her şeyi her detayıyla bilirler, hatırlarlar, kapıdan içeri girdiğinde "noooldu görümcenin kaynının nişanlanan kızı?" falan diye muhabbete girerler. Benimse her seferinde "Hangi bölüm? Ne kadar sizin okul? İzmir mi güzel İstanbul mu? Sevgilin var mı? Evde mi kalıyorsun? Oda arkadaşların nereli?" gibi, cevabının kuaförün hayatına ne katacağını asla bilmediğim sorulara yarım ağızla cevap verip muhabbeti kısa kesmeye çalışırken, gözlerimdeki "bitsin de gidiyim, beni azad edin artık nolur" bakışlarımı ise kimse fark etmez.

O değil de, 4 yılın ardından ilk kez fal baktırdım. Hem de şurda bahsettiğim "cinli kadın"a. Yakın zamanda 2 tanıdığımız gidince ve bu iki kişiden özellikle entelektüel birikimine oldukça saygı duyduğum, heralde fallara inanacağına en son ihtimal vereceğim insanlardan biri olanı da "o kadında bişey var, kimse bu kadar iyi bilemez!" deyince, "hadi beni de götür" dedim anneme, birlikte gittik. Falın gerçekliği, ne derece inanmak gerektiği, akıl ve mantığın neresinde kaldığını falan zaten referans verdiğim yazıda tartışmıştım da; asıl şaşırdığım şey şu oldu; fal sektörü benden sonra baya gelişmiş. Kadın telefon numarasını verip "dediklerim olursa arar anlatırsın" dedi. Her fal baktığı insanın akıbetini merak etmiyosa, baya merak unsuru yarattım demektir.

Bir de; tatilin ilk 5 gününü Olimpos'ta geçirdiğim ve aileme yeterince zaman kalmadığı için, tatilimi kendiliğimden 4 gün daha uzattım. Amfiden, IC'den vs. snap yollayan Mina'ya, Hazal'a, Can'a, Damla'ya; evin artık hangi köşesindeysem orda yayılıp keyif dolu snap'ler yollarken hiiç pişman olmadım. Umarım karma dönüp dolaşıp okula döner dönmez gireceğim sınavda ağzımın payını vermez.

10 Nisan 2014 Perşembe

2.

Bu sabah, gözümü açar açmaz telefonu elime aldığımda, "Tebrikler, 2014 Deneme Yarışmasında 'İkincilik Ödülünü' kazandınız!" yazılı bir mail bulunca ilk aklıma gelen; yazdığım denemenin konusunun da "Dijital İletişim Bağımlılığı" olduğu ve yazıma "Sabah uyanır uyanmaz aklıma gelen ilk düşünce, yatağımın hemen ucunda bulunan cep telefonuma bakmak oluyor. Saatin kaç olduğundan bile önce, gelen bildirimlere takılıyor gözüm. Uyuyarak geçirdiğim 7-8 saatte neler olup bittiğini bilmeliyim çünkü, geri kalmam mümkün değil. Muhtelif haberleşme kanalları üzerinden gelen mesajları okuyup, e-postalarımı kontrol edip yatağımdan iniyorum..." şeklinde başlamış olduğumu düşünüp, buna baya güldüm. Sonra, narsizmin doruklarında gezerken "1. kim olmuş ki acaba yeaa" dedim. Evet, kimleri geçip 2. olduğum değil, "kimin beni geçtiği" çok daha önemli.

İlkokuldan beri dersleri iyi olan, çalışkan bir öğrenci oldum ama ders konusunda herhangi bir hırs yaptığımı, kendime birini hedef seçip "şunu geçmeliyim" dediğimi, bir sınavdan sonra "off X beni geçmiş!" diye hayıflandığımı hatırlamıyorum. Demek ki konu "yazmak" gibi kendime daha çok güvendiğim, aldığım takdirle kendimi daha mutlu hissettiğim bir alan olunca, hırs da yapıyormuşum. (Sonra yarışmada 1. olanın, benim yazın blog'da da bahsettiğim, Öss sonrası tercih döneminde "abla modunda" maillerle sayfa sayfa tavsiyeler verirken, hazırlığı atlayıp pat diye benle aynı dönem olan "Bengüsu" olduğunu öğrenince rahatladım biraz).
Yazmayı, sanırım yazmayı öğrendiğimden beri seviyorum. İlkokulda bilgisayarda saçmasapan hikayeler yazıp, sonra o zamanlar bilgisayarı abimle ortak kullandığımız için onun bile okumasından utanıp hemen sildiğimi hatırlıyorum. En büyük pişmanlığım, ortaokulda baya aylarca düzenli olarak yazıp, 100 küsur sayfaya ulaştığım; çokca İpek Ongun ve muhtelif "genç kızlara yönelik" romanlardan etkilenerek yazdığım ilk roman denememi, bir gün baştan sona göz gezdirip "ıyyy çok saçma bu" diye acımadan silmemdir. Belki de bu, gelişim çağında olmanın bir getirisidir; büyüme ve olgunlaşma hızı şu ankine göre çok daha hızlı olduğu için, daha bir önceki gün yazdıkların bile çocukça ve saçma geliyordur. Keşke kendime gülebilecek olgunluğa erişseymişim, ya da erişecek zamana gelene kadar o yazıları saklayabilseymişim. Şimdiyse, sürekli kitap okuduğum ve etkisinde kalıp bir şeyler yazmaya çalıştığım o yıllara dair elimde kalan tek yazım; ortasonda bana il 1.liği (bak onda birinci olmuşum ama -_-) getiren kompozisyondur. Ve aslında sandığım gibi, kendi kazandığım ilk para, geçen sene rektörlükteki kısmi zamanlı işte çalışarak aldığım değil; o yarışmada kazandığım "yarım altın"dır. Ve halen de; Such as blog'ta da yazarak para kazanıyorum; demek ki henüz bir mesleğim olmasa da ve hatta hangi bölümü seçeceğime bile emin olamasam da; ben aslında 13 yaşımdan beri; toplamda bir asgari ücret bile etmeyecek de olsa, kendi paramı "yazarak" kazanmışım. Para, yaptığın işin somut bir şeye dönüştüğünün bir sembolü; aylardır konuşmadığım, doğru dürüst muhabbetimin olmadığı bir insanın "blog'unu düzenli okuyorum" demesi; çok da yakın olmadığım birinin benle konuşurken "blog'unda da yazmıştın ya geçen" demesi, hepsinden daha büyük bir haz veriyor. Burası beğendirme kaygılı yazdığım bir yer değil, yarışmaya gönderdiğim yazı ya da Such as'e yazdıklarım öyle olabilir; ama burası saçmalayabileceğim, değil üçüncü; ikinci kişileri bile ilgilendirmeyen şeyleri, "kendimi" yazabileceğim bir yer; eğer bunla da okunabiliyorsam ne mutlu bana işte ^_^ 
Gofret konuyla alakasız
Salı akşamı sınavların bitmesiyle; adeta sınav yoksa okul da yokmuş gibi, erken bir tatil moduna girdim, okulda napcağımı şaşırdım. Son sınavdan çıkınca, IC'ye koştum, boyum kadar dergi toplayıp, IC'nin en sevdiğim köşesi olan cam kenarındaki armut koltuklardan birine yayıldım. Hayatımda ilk kez, kuaför dışında, kendi irademle diğer dergilerin arasından seçip "Cosmopolitan" okudum. Başta çakma Carrie Bradshaw'lara "olmaz tatlım, burası New York değil ve yazdığın erkeklerin yarısının gerçekte var olmadığını, bu kadar renkli bir hayatının olmadığını biliyoruz" diye burun kıvırdım, "İlk buluşmada hangi yemek sipariş edilmeli", "Burcunuza göre sex pozisyonları", "Aldatılıp aldatılmadığınızı bu testle öğrenin!" tarzı (başlıkları şu an ben salladım ama genel gidişat bu yönde) yazıları bile kafa dağıtmak için okurken; karşıma bu ara aklıma en çok takılan konuyla ilgili bir yazı çıktı. Alaycılığı bir kenara bıraktım, popom yere değecek kadar kaykılıp oturduğum minderde doğruldum; başladım yazıyı okumaya. "Hımm kadın ne haklı", "aa tam benim düşündüklerim", "ehe evet yaa neden olmasın" derken; ben, Cansu, bugüne kadar Cosmopolitan tarzı dergileri, bu dergileri okuyanlarla, bu konuları haddinden fazla kafaya takanlarla dalga geçen ben, bir Cosmopolitan yazısıyla aydınlandım, ders aldım. Demek ki, her yerde alınabilecek bir şey varmış; sonuçta her insanın bir sürü yönü varmış, hepsini beslemek lazımmış, ben de kadın yönümü besledim, yetmedi o akşam 2 Cosmopolitan daha okudum. Sonra özüme dönüp Uykusuz, Geo, Atlas falan da okudum ama ne yalan söyliyim, Cosmopolitan okurkenki kadar eğlenmedim, kafa dağıtmadım. Hatta Atlas'ta, "Biyoteknoloji ve Biyomühendislik" konulu; hem Biyomühendislere "yaşam mühendisi; doğanın gücünü kendi gücüne katmayı başaran, 21. yüzyılın yıldızları" diyen, hem de "dünyada açlığı bitirmek için değil; tarım işçilerini yoksullaştırmak, kapitalist düzeni beslemek için çalışan, etik kurallarına karşı davranan, uzun vadede doğanın dengesini bozacak canavarlar" diyen; kafası epey karışık bir yazarın yazdığı yazıyı okurken değil eğlenmek; baya sinirlendim. Hı bir de konuyla alakasız; bir araştırmada insanların fotoğrafını çekmişler, sonra photoshopla karşı cinsten birine dönüştürmüşler, tanınmasın diye de azıcık yüzleriyle oynamışlar, insanların %90 küsuru, yüzlerce kişi arasından gidip en beğendikleri kadın/erkek olarak kendi yüzlerinin değişmiş halini seçmiş. Bu da narsizm sayılır mı bilmiyorum, sonuçta kendileri olduklarının farkında değiller ama epey komik olduğu kesin.