29 Aralık 2013 Pazar

Ağzımdan çıkanı kulağım duymuyo, monitöre ses verir misin

Geçen perşembe, yani 26 Aralık'ta, kendi "bucket list"imden bir madde sildim. İlk kez, bir konserde şarkı söyledim. Konsere çıkacağımı duyan, ve daha önce şarkı söylediğime şahit olmayan herkes doğal olarak "sesin güzel mi?" diye sordu. Sesim duyan kişilerce beğenilir; ama asla bir konsere çıkacak kadar güvenmiyordum kendime. Hala güvenmiyorum ya, neyse. Atakan 1 ay boyunca öyle ısrar etti, öyle gaza getirdi ki "yaparım ben bunu yaa, hem şarkı söylemeyi de seviyorum, ne kaybederim" diye ikna oldum. Belki de en başta ikna eden kendisi olduğundan; şarkıları seçmeme izin verdi ve ben gece gece "stüdyoyu rezerve ediyorum, hadi prova" diye darladığımda asla gık demedi, kısacası harika bi grup arkadaşı oldu. 2 hafta Atakan'la, 3 gün Atakan ve Tolga'yla, 1 saat Atakan-Tolga-Mete-ben çalıştık, ve 3 şarkı çıkardık. Ve müzikal anlamda, şu konsere hazırlık sürecinde gerçekten çok fazla şey öğrendim. Bu dönem, halihazırda Ritmus sayesinde ritim duygumun geliştiğini hissediyordum, konser için prova yaptıkça da gitaristi dinlemeyi, basçıyı dinlemeyi, birlikte söylediğim kişiyi dinlemeyi, ve en önemlisi kendimi dinlemeyi öğrendim. En basit görünen de insanın kendini dinlemesi olsa da; benim en çok zorlandığım kısım da buydu.

Kendimle ilgili en sevdiğim özelliklerimden biri (baya var der gibi oldu, öyle gerçi, yaşasın narsizm) heyecanlı bi insan olmamam-dı. Öss'de dahi heyecanlanmamıştım; kaldı ki tiyatro dolayısıyla çok kez sahneye çıkmışlığım da vardı, sahne korkusu da bulunmamalıydı. Hatta değil korkmak, heyecanlanmak; sahnede, insanların önünde olmaya bayılırım ben. Ortaokul ve lisede bütün törenlerde sunuculuk yapan bendim, derslerde sunum yapmaya bayılan bendim. Fakat sorun şu ki; bugüne kadar topluluk önünde olduğumda, kendime güvenim vardı. İlk kez kendime güvenmediğim bir konuda topluluk önünde olacaktım. Bu topluluk beni yargılayacak, eleştirecek bir topluluk değildi aslında, Müzikus'un okulda düzenlediği akustik konserde, çoğunu tanıdığım insanların önünde olacaktım. Fakat sorun da buydu zaten, "tanıdığım insanların" önünde olacaktım. Tanımadığım insanların önünde sıçsam batırsam, "amaan, bi daha nerde görcem" der geçerdim, ama bu insanlar benim arkadaşlarım ve her gün göreceğim insanlardı. İnsanın arkadaşlarının önünde daha rahat olması gerekir tabi, ama ben galiba hayatım boyunca bu kadar heyecanlanmadım. Konserden önce "hani aşık olduğun insanı görünce bi anlık için hop eder ya, o hissin sürekli olduğunu düşün" diye tarif ettim duygularımı, e heyecan bizzat böyle bişey oluyomuş zaten, o derece alışkın değilmişim. Çarşamba günü soundcheck'te de çok heyecanlanınca, heyecandan sesim çıkmayınca, sesim çıkmadığı için daha çok heyecanlanınca, sağ olsun Mete eşlik etti. Sonra, rahat hissedeceksem konserde de eşlik edebileceğini söyledi, anında kabul ettiğimi belirtmeme gerek yok sanırım. Hayalperest, Sigara ve People Are Strange'i söyledik, ek olarak Hayalperest'i söylemeden önce Mete'nin "Türkçe şarkı da dinlemem aslında, Mor ve Ötesi olsa neyse" demesiyle, Atakan'ın Cambaz'ın başını çalması, benim gaza gelip pat diye şarkıyı söylemeye başlamam, dinleyenlerin eşlik etmesiyle çok güzel spontane bir şey almış olduk araya. İlk başta çok gergin olsam da, gerginlikten kollarımı sıkı sıkı kavuşturup, tam 3 kez Mina'nın işaretleriyle açmayı akıl etsem, söylerken yine Mina'nın işaretiyle mikrofona doğru dönsem de (ki başta kendimi kimseyle göz göze gelmemeye şartlamıştım kesin gülme krizine falan girerim diye, o da olmadı neyse ki); birkaç dakika sonra daha rahatladım ve gerçekten çok keyif aldım. Konser sonrası gören herkes çok beğendiğini söyledi, ne kadar objektifler, ne kadar arkadaşım oldukları için bilemiyorum tabii, Melisa'nın çektiği videoyu tekrar tekrar inceleyip, kendimi değerlendirmem lazım.
Bildiğim tek şey, ben çok korktuğum ama bi o kadar da istediğim bir şeyi başardım, ve heyecanıma+korkuma karşı gelip yaptığım için kendimi çok, çok iyi hissediyorum. Ve bir daha ne zaman olur bilmiyorum ama, muhtemelen bu benim son konserim de değildi. Okulda ders almaya devam edemediğim için yan flüt'e ara vermek zorunda kaldım, hala ayda bir falan kendi kendime çalışıyorum ama ne yazık ki baya ihmal ettim. Sömestrda devam etsem bile, çok yavaş ilerlemek açıkçası sıkmaya başladı. Bu sene başında, yan flüt çalmak için iki projeden çağırılmıştım, ikisine de çok heveslendiğim halde "ben flüt çalmıyorum kii, öğreniyorum" dedim; nitekim artık öğrenemiyorum da. Özellikle "film müzikleri" projesinde çalmayı çok istiyordum ama seneye artık. Eğer bu sene başında biri bana konsere çıkacağımı, ama bunun flütle değil, vokal olarak olacağını söylese epey şaşırırdım sanırım. Ve eğer 4-5 sene önce de biri bana bir konsere çıkacağımı, üstelik bir Şebnem Ferah şarkısı söyleyeceğimi söylese, o 4-5 sene konser gününe kadar gün sayardım sanırım.
Şimdi ufukta Ritmus'la da epey heyecan verinci etkinlikler görünüyor. Galiba bu sene aldığım en doğru kadar, Müzikus'a girmekti.
Hala konser fotoğraflarının tamamı elime ulaşmadı ne yazık ki


8 Aralık 2013 Pazar

Pancar iradesi

Gün içinde yaptıklarımızla, söylediklerimizle kimlerin canını yakıyoruz, kimleri üzüyoruz, ne yanlış anlaşılmalara sebep oluyoruz farkında bile olmuyoruz. Halbuki kimi üzdüğünü, niye üzdüğünü bilmen lazım ki bir daha yapmayasın aynı şeyi. Bu yüzden ne zaman bir arkadaşım, sevgilisiyle kavga edip "görüyo musun yine bıdı bıdı oldu, yine blabla dedi" dediğinde her seferinde "peki bana söylediklerini ona da söylüyo musun? senin bıdı bıdı'ya alındığını bilmediği için yapıyor her seferinde, bir şey olmamış gibi davrancağına söylesen ya" diyorum. İlla kavga etmek demek değil bu, ama ilerde birikip daha büyük kavgalara sebep olmaması için yapılabilcek en yapıcı davranış da bu. Tabii bu durum daha basit bi durum, her zaman bilmeden üzdüğümüz kişiler gelip söyleyecek durumda olmuyor, buna uygun olmuyor yani, 3. bir kişi gelip söylediğinde öğrenebiliyoruz ancak, aklımızın ucundan bile geçmediği, kesinlikle zerre fark etmediğimiz için de ne yapacağımızı bilemiyoruz. Bu hafta bilmeden, istemeden, gerçekten farkında olmama imkan olmayacak bir şekilde birinin canını acıttığımı öğrenince çok şaşırdım. Yapabileceğim, değiştirebileceğim, elimde olan hiçbir şey yoktu ama bu kendimi kötü hissetmeme de mani olmadı. Şaşırdım yine de, günlük sıradan, farkında bile olmadığımız bir hareket başkasının hayatındaki nasıl büyük bir şeye dokunabiliyor diye; daha önce farkında bile olmadan, kesinlikle kasıtılı olmadan beni üzen minik şeyleri bilmeme rağmen.

Geçen sene olduğu gibi, bu sene de annemin doğum gününde sürpriz yapıp İzmir'e geldim. Fakat bu sefer geçen seneye göre daha hazırlıklıydım, gelmemi hiç beklemesin diye sınavım olduğunu söyledim, üstelik bu sefer babama da haber vermedim, havaalanından karşılayıp eve bırakan, öz amcam kadar çok sevdiğim bir aile dostumuz oldu. Uçaktayken aramasınlar diye de annemlere uyuduğumu söyledim, nitekim İzmir'e son 2 gelişimde 4 saat uyumuş ve hangover olmam garip bi tesadüf olsa da, o halde eve gelince inanılmaz canlanıyorum, tazeleniyorum. Kapıyı açan annemin 10 saniye donup kalıp sonra "aaaa" deyip sarılması, nolduğunu anlamak için kapıya koşan babam ve abimin de aynı şokla bana bakıp kalması bütün planlara, sürpriz yapmak için söylenen yalanlara değerdi zaten. Sabah odanda, yatağında uyanmak da değer, evet yurttaki odamı, yatağımı da seviyorum ama bu başka işte, sabah kedi gibi gelip yanına kıvrılan, 1 saat sırf yerinden kalkmadan yatakta sohbet ettiğin annen var mesela, derse giderken şanslıysan vakit bulup yediğin tostlarla, vakit yoksa derste yediğin çubuk krakerle kekle geçiştirdiğin kahvaltılar yerine pankek'li, pişi'li, omlet'li kahvaltılar var. Diyeceğim o ki; detoks etkisi yapıyor İzmir'e gelmek bana, 3 gün de olsa havam değişiyor, her şeyi, zihnen/bedenen yoran her şeyi arkamda bırakıp geldiğim için buraya, yeniden şarj olup, cephanemi doldurup, power bar'ımı fulleyip geri dönüyorum. O da 1,5 ay sonra tekrar eve dönene kadar rahat rahat götürür beni zaten.

Yalnız, yaz tatili hariç ne zaman İzmir'e gelsem, sağanak yağmur, şimşek, gök gürültüsü, ne varsa geliyor beni karşılamaya; bazen bunun İzmir'in bana "Neden geldin? 19 yıllık memleketini bırakıp diğerleri gibi o İstanbul denen şırfıntının kollarına attın sen de kendini, şimdi niye döndün? Git, istemiyorum artık seni, git" deme şekli olduğunu düşünüyorum. Fakat sağanak yağmur, ailemin "dışarı çıkalıım" ısrarını bastırmak için güzel bir bahane oluyor, o ayrı. Hem İzmir'de sever beni, kıyamaz zaten, yerim ayrı biliyorum, nasıl ki dünya'nın hangi köşesine gidersem gideyim hiçbir yerde İzmir'de hissettiğim aidiyet duygusunu hissedemeyeceksem, onun da yeri bende hep ayrı kalacaksa... Hı tabii ben İstanbul'dan giderken, aynı anda kar'ın İstanbul'a geldiğini öğrenince bi "Keşke orda olsaydım" dedim, çünkü her İzmir'li gibi kar gibi nadir bulduğumuz bir şeyi görünce aklımı kaybedip "ohaaa kar, oha baya yerler bembeyaz olmuş, oha bileğime kadar geliyo bu kar!!" diye coşuyorum, o yüzden o kar ben dönene kadar beklerse iyi eder.

Çünkü İzmir'de kar yağması böyle bişey anlıyo musunuz, en fazla bu
2 hafta önce gidip belime kadar gelen saçlarımı omzumun üstünde kestirdim, evet o upuzun saçlarını kısacık kestiren kız oldum. Gerçi çok kısacık olmadı belki ama saçımın kesilen bi parçasını ölçtüm, saç dibimden tutunca bile kesilen saç kalan saçımdan daha uzun oluyo. Niye yaptım böyle bir şeyi? Klasik depresyona girme/depresyondan çıkma alametidir ama benim öyle de bişeyim yok allaamçokşüküramin. Değişiklik olsun diye benimki tamamen. Ve kesinlikle pişman değilim, şimdiye kadar, 50 kişi saçım hakkında yorum yaptıysa bunlardan 45'i "çok güzel olmuş, hatta hep kısa saçlı olmalıymışsın" minvalinde iltifat etti, 2 kişi "daha bile kısa olabilirmiş" dedi, 2 kişi var bi de hala iltifat mı ettiler beğenmediler mi emin değilim, aa 50 etmedi lan neyse ilk grubu 46 yapalım, zaten son 2 grubun sayısından eminim sadece 2'şer kişi olduklarına. Yani kısacası, 2 saat içinde karar verip, hiiç kimseye haber vermeden çaktırmadan kendimi kuaföre atıp "ben tam şurda, şöyle bir şey istiyorum" dediğimde kuaförümün "o kadar çok kesmeyelim, bak pişman olursun, emin misin" demesine, kuaförün sahibi Aslı ablanın "Sabancı rekoru kırıyo olabilirsin, iyi cesaret" demesine rağmen kestirdim hem de. Çünkü hep, kendi kendime "kestirsem mi" gazına geldiğimde saçıma iltifat almıştım ve böyle böyle en son belime değdi saçlarım işte. İnsanın saçını yıkayınca havluya sığdıramaması, uykusunda saçı koluna dolandığı için acıyla uyanması, duştan çıkınca tararken omzunun üstünden eli uzanmadığı için taramaya alttan ayrı devam etmesi nasıl katlanılmazdır bilir misiniz. Üstelik galiba ilk kez bir kuaför, saçımı hemen hemen istediğim gibi kesti, çok ilginç bir deneyimdi.
İşte giden, kalandan uzun saç. Kuaför "postiş yaptırabilirdin"  fikrini çöpe atmadan söylese zengin olabilirdim

7 Kasım 2013 Perşembe

Are you happy?

Ağız tadıyla bi "uff derslerim çok zor; öldüm bittim" diyemiyorum, çünkü etrafim 300-400 kodlu derslerinden, bitirme projelerinden falan bahseden insanlarla dolu; benim minik 101'lerim epey tırt kalıyo takdir edersiniz ki. Ama şu bi gerçek ki, kolay ya da zor, hakkaten çook yoğun günler geçiriyorum. Bi ölçüt ya da kıyaslamaya ihtiyacım da yok çünkü gün içinde yapcaklarımı saat saat düşünüp "Aa yemek yemeye vakit kalmadı lan. Neyse ödev yaparken tost yerim" falan diyosam yoğunumdur bence. Bu yüzdendir ki, özellikle son 1 haftadır kendimden çok yaptıklarımı/yapmam gerekenleri düşünüyorum. Bi yerlere gidiyorum, birileriyle görüşüyorum, bi şeyler yapıyorum ama bunların ne kadarı çok istediğim, ne kadarı yapmam gerektiğini düşündüğüm içgüdüsel şeyler bilmiyorum. Ve yine bu sebeple, bugün tatlış İngilizce hocam "Are you happy?" deyince bi 5 dakka kitlendim. Tamam 5 dakka değildi ama 30 saniye de olsa "Mutlu muyum ki ben? Evet mutluyum abi; niye olmıyım ki, yoruluyorum falan ama hayatımda her şey baya düzgün gidiyo, eğleniyorum da, mutlu olmalıyım o halde" diye düşündüm. Adamcağız içsel yolculuğa çıktığımı fark etti mi bilmem, "Are you happy with your paper" diye ödevde kaynak olarak kullanmayı düşündüğüm kağıdı gösterip tekrarladı. Olsun, şu 1 haftada sayesinde kendime 30 saniyelik zaman ayırmış oldum, buna da mutlu oldum.

Bizim okulda eğer master ya da doktora yapıyorsan genellikle alanınla ilgili, ama bazen de maalesef adam yokluğundan alanınla alakasız bi dersin asistanı oluyorsun. Benim bi dersimin asistanı da işte böyle "ben nerden bu derse düştüm tanrım" modunda, özünde çok tatlı ama maalesef ders konusunda bilgisi berbat biri. Onun da yapacağı bir şey yok bizim de, derse gelmeden soruları çözüp geldiğini, bize o çözümleri anlattığını ilk haftadan fark ettim de; yine de derste biri asistanın hazırlanıp geldiği sorular hariç bi soru sorunca onun nası kıvrandığını görüp çok üzülüyorum. Hakkaten dalga geçme amaçlı söylemiyorum, orda zor durumda kaldığını görünce gerçekten üzülüyorum. Belki lab'ına dönünce kendi işinde harikalar yaratmaya devam edecek, süper zeki de bi insandır ama bizim sorularımızı çözemiyor, ve bu hem onun ego'sunu hem de bizim bilgimizi epey sarsıyor. Ben bir dönem soru falan sormam, katlanırım katlanmasına da, o da en kısa zamanda bu asistanlıktan kurtulur diye ağaca çaput falan bağlıycam.

Bugün Starbucks'ın yılbaşı konseptli cup'lara geçtiğini, girişe yılbaşı süsü astığını falan görünce anlamsızca neşeli neşeli dolaştım. Daha doğrusu pek de anlamsız sayılmaz, yılbaşı, doğum günü gibi şeyleri oldum olası sevmişimdir, durduk yere eğlenecek bir gün işte, hem ilk kez bu sene bu kadar erkenden, henüz fikir aşamasında olsa da bi yılbaşı planı çıktı, daha nolsun. Üstelik benim gibi bir şeye başlamak ya da önemli bi karar almak için bi başlangıcı, bi dönüm noktasını bekleyen insanlar için yılbaşı ayrıca güzel bi bahane, çünkü "yeni bir yıl"dan daha güzel bi başlangıç noktası düşünemiyorum ben. Eh, yılbaşı kararlarımın kaçını uyguluyorum, 31 Aralık'la 1 Ocak arasında hayatımda ne kadar şey değişiyo orası ayrı konu da, insan heyecanlanıyor yine de. Hı gerçi 1,5-2 ay varken yılbaşı moduna giren Starbucks benden de heyecanlı anlaşılan ama iyi oldu.
Çok cici değil mii

1 Kasım 2013 Cuma

Olympos

Ben lisedeyken, üniversitedeki arkadaşlarım toplaşıp toplaşıp Olympos'a giderdi, ben de Facebook'tan fotoğraflarına bakıp iç geçirirdim. Bu yüzden Olympos'a gitmek benim için "üniversiteli olma"nın bir ölçütüydü. Nitekim geçen hafta Müzikus'tan "Ağva'ya mı gidelim, Bozcaada mı Olympos mu?" diye mail gelince refleksif bi hareketle "Olympos!" diye cevapladım. Ki hemen her sene bi Olympos yapan Müzikus'cular da oy birliğiyle Olympos'u seçti, geçen cuma çıktık yola 10 kişi. Yol zaten uzundu; ama sigara molası, çiş molası, "aman buranın manzarası çok iyimiş, burda fotoğraf çekilelim" molası, "Kütahya'nın McDonalds'ı meşhurmuş, bi uğramak lazım" molası derken iyice uzattık. Hı sıkıldık mı, ben yolda hiiç sıkılmadım. Uzun yol zaten benim için rahat rahat müzik dinleme bahanesi olmuştur, eh bir grup müzikle alakalı insanla yola çıkmanın güzelliği de herkesin şahane müzik zevki olması ve yol boyu güzel şarkılar dinlemek, yeni şarkılar öğrenmek oldu.

Kaldığımız yer zaten önceki senelerde gidenlerin her sene kaldığı oteldi. Otel dediğim, odaları ayrı ayrı ağaç evlerden oluşan bi mini tatil köyümsü yer. Geceleri ortada ateş yakılıyor, etrafında gece boyu yayılcak sedirler var falan, aşırı tatlı bi yerdi. Bi de portakal ağaçlarıyla doluydu ve her gün deli gibi portakal yedik. Oturup hesapladık, 12 ay orda yaşasak mesela, yeme-içme-konaklama derken 1 yılda okula verdiğimiz paranın dörtte birine geliyo. Yaşanır yani, ben yaşardım orda öylece mesela, 10 ay Olympos, 2 ay İzmir'de...Gerçi ağaç ev olmasının kötülüğü, gün boyu 30 derece çalışan klimaya rağmen geceleri sweatshirt'le yatıp, titremekten uyuyamayacak kadar soğuk olmasaydı. Hı ilk gün biz pencereyi açık unutup yatmasaydık belki daha az üşürdük, bilemeyeceğim.
Cici mi cici odamız
İlk gün tırmanmaya, Tutku'nun deyimiyle "tırmaşmaya" gittik. Öyle spor yapan atletik bi insan değilim, yine de esnek olmanın avantajı pıtı pıtı tırmanırken çok zorlanmadım. Tabii ipten inerken bacağıma ağaç girmeseydi (çarpma demiyorum, ağaç girdi, şahitlerim var, yaram duruyo) daha mutlu bi insan olabilirdim. Sonra hemen her gün sahile gittik, otelin yanındaki gözlemeciye gittik. İlk kez limonlu-şekerli gözleme yedim ve bi daha yedim ve bi daha yedim... Denize girmedim, bizden yüzenler ve kano yapanlar oldu ama soğuk denize giremeyen bi insan olarak (soğuktu, biliyorum, girenlerin sıcak demesine inanmıyorum) ben giremedim tabii ki. Tembellikten bi gün kalkıp Olympos'un merkezine gidemedik, manzarasının güzelliğini daha önce gidenlerin sürekli anlattığı "Kral Tepesi"ni göremedik, ATV'yle gezemedik, ama olsun onları da Nisan'daki gidişimize saklıyoruz. Tabii ki bi daha gideceğim, bi kere Olympos'a giden bi daha bi daha gider bence.

Akşamları gün içinden daha zevkli geçti. Mesela bi akşam 10 kişi Yağız'ın Ipad Mini'sinden Kaybedenler Kulübü'nü izledik, bittiğinde 10 kişi odanın 10 farklı köşesine (oda ongen'di çünkü evet) dağılmıştık; ordan kalkıp rakı içmeye gittik ki cuk oturmuştu bence. Yıldızlar her gece çok çok güzel görünüyordu, ışık kirliliği olmamasından dolayı; rakı içerken sahilde yıldızlara bakıp bağıra bağıra şarkı söyledik, gece kaybolan Emre sabah kendini 1 çorabı, 1 ayakkabısı, ev anahtarı, oda anahtarı, cep telefonu kayıp halde sahilde buldu mesela, bunla çok eğlendik "Hangover 4" diye. Üzüldük de tabi ama önce eğlendik. Genel olarak ne kadar içtiğimizden bahsetme gereği duymuyorum, Olympos'ta bi grup üniversite öğrencisi diyoruz arkadaşlar; insanları Burdur'da bi tekelde durdurup "hazırlıklı gidelim" diyenler (kim ki?) bile vardı :P
Oyun oynarken
Her akşam 2 oyun oynadık bi de. İkisi de çok eğlenceliydi. Biri kings, internette kurallarına bakınca farklı farklı varyasyonları olduğunu gördüm ama biz Jankat'ın bildiği yöntemle oynadık. İşte ortada bi deste var, sırayla kart çekiliyo, o kartta yazana uygun şekilde içilen bi içki oyunu. 6 çekildiyse mesele "six=chicks" oluyo, sadece kızlar içiyo, kız çekenin sorularına cevap verilmiyo, vale çeken kural koyuyo falan. Kurallar aşırı komikti, mesela bi oyunda cümleye "bebeğim"le başlayıp "tatlım"la bitirme kuralı kondu "bebeğim artık çeksene şu kartı tatlım","bebeğim tuvalete gidiyorum tatlım" gibi cümleler havada uçuştu, ortamın iticiliği bi tarafa, bu kelimeleri mesajlarında kullanan bizler de kelimelerden nefret ettik. Sonraa 8 vardı mesela, klasik "I have never..." sorusu. O kısım da baya eğlenceliydi, evet.
İkinci oyun da, çağrışım oyunu. Biri oyunu başlatıyo, yanındaki o kelimenin ilk aklına getirdiğini söylüyo, yanındaki de diğerininkine uygun söylüyo falan... Sonra bi yerde patlayınca, ki patlaman için daha önce söylenen bi kelimeyi söylemen lazım, yoksa bilinç akışı sonsuz, oyun bitmezdi, işte patlayınca oyunu geri sayıyosun, herkes geri geri kendi dediğini tekrar ediyo ama bi noktada mutlaka unutuluyo "ben ne demiş olabilirim ki sen bunu demişsindir" diye düşünülüyo. İkinci kez aynı şekilde çağrışmadık pek maalesef. O oyunda da mesela, bi kelimenin karşındaki insanın aklına neyi getirdiğini görüp, bilinç altını analiz etmek aşırı zevkliydi. Oyunun ayrıntılarını ortaya dökmeyeceğim tabii ki ama, oyunu ne kadar sevdiğimizi şöyle özetleyeyim; salı gecesi okula dönüp odalara dağıldıktan sonra, whatsapp grubundan ne kadar boşluğa düştüğümüzü konuşup, 1 saat içinde tekrar toplandık, gecenin 12sinde. Ve aynı gece de sabah 5'e kadar yine bu oyunu oynadık. Zaten 5 gün aynı insanlarla sürekli ama sürekli bi arada olunca artık sesleri falan insanın kulağında yankılanmaya başlıyor, öylesine alışmışız birbirimize. Olympos'u bırakıp okula, bütün derslerin
 sorumlulukların, dondurulan olayların ortasına geri dönmenin sarsıcılığından behsetmiyorum bile.

İnsan böyle bi yeri bırakıp niye İstanbul'a döner ki biz bilemedik de
Okul gezileri hariç benim için ilk kez arkadaşlarımla yaptığım bi tatil oldu ve gerçekten çok eğlenceliydi. Yaptığımız aktivitelerden ziyade sanırım muhabbetlerin eğlencesiydi bizi mutlu eden. Çünkü dönünce Merve'yle konuştuğumuzda, öyle aşırı aşırı eğlenceli bir aktivite yapmadığımızı, ama genel olarak çok iyi vakit geçirdiğimizi düşündük. 4 saat gözlemecide yayılmak, ya da 8 saat aynı sedirde kalmak bile eğlenceli olabiliyordu. Çoğunu bugüne kadar uzaktan uzağa tanıdığım insanlarla dolu dolu 4 gece 5 gün geçirdim ve gerçekten hepsini ayrı ayrı çok sevdim. Kendi inside-joke'u olan bi grup benim için tamamen kaynaşmış demektir ki bizim bolca oldu. Kendi kalıbımızı bile soktuk literatüre, şimdilik 11 farklı kullanımıyla her şeye "ateş etmek" kalıbını kullanıyoruz, böyle böyle yayacağız. Aynı ekiple belki nerde olsam zaten çok eğlencektim ama Olympos da cidden inanılmaz bi yer, dendiği kadar öğrenci yeri bi kere, herkes rahat herkes relax, "aman bugün şunu yapalım, burayı da görelim" diye koşa koşa geçirilen bi tatil yerine rahat rahat, spontane takıldığımız bi tatil yapmış olduk ki yıl içinde kafası sürekli meşgul olan, ordan oraya koşturan insanlar olarak böyle bir chill-out'a ihtiyacımız vardı. Şimdi önümüzdeki 2 ay, doğru dürüst ara olmadan sürekli sınavlara gireceğiz, ödevlerle vs. uğraşacağız, öncesinde enerji toplamak gerçekten iyi oldu.
Nisan'da bir daha gidene kadar bol bol fotoğraflara, arabada detone detone şarkı söylediğimiz, Doğancan'a "ben rakının tadını sevmiyorum" dediğimde benden nefret edercesine bakıp "sen ciddi değilsin" dediği, Merve'nin sahilde doğa keşfine çıktığı videolara bakıp bakıp iç geçireceğim.

19 Ekim 2013 Cumartesi

Üzerinize İzafiyet

Okulda geçen 10 günlük bir dönemi düşünün. Haftasonu ödevleri yetiştirme, defter geçirme, hafta içi "şu iki ders arasında 50 dakka var, bişeyler yiyim odaya gidip kitabı alıyım", "akşam X'lere sözüm var, ordan dönüşte response'u yazarım, sabah da tamamlar 5'e kadar teslim ederim", "yeni mail mi gelmiş, haftaya workshop mu varmış", "SuCourse'a baksana, quiz açıklanmış mı", "akşam kulüp toplantısı var, ödevi yapar yemek yer giderim" gibi cümlelerle değil günleri, saatleri ayırt edemeden yoğun yoğun geçirdiğiniz, 100 gün gibi gelen 10 günü düşünün. Hah bi de 10 gün önce başlayan yarın itibariyle resmi olarak biten 10 günlük tatili düşünün. Biri ne kadar uzun gelirken, diğeri nası su gibi akıp gitti değil mi? İşte bunlar hep izafiyet... Hayır kelime oyunu bile olamamış başlığımdan pişman değilim.

Her tatil başlangıcı heveslidir benim için. Tatil planı varsa vardır zaten, yoksa evde geçirilecek bir tatilden bahsediyorsak boy boy plan yaparım. Bu sefer kesinlikle en verimli şekilde geçecektir tatil, gitmek istediğim yerlere gidecek, görmek istediğim insanları görecek, gereken alışverişler yapılacak, aileyle ta gelmeden birlikte izleriz denen filmler izlenecek, arada ders tekrarı yapılacak, her gün yarım saat de olsa flüt çalışılacak (bu yeni eklendi), istenen kitaplar okunacak, "sağlam kafayla oynarım" diye ayrılan oyunlara başlanacak, yazın alınıp yarılanmamış puzzle yapılacak, tabii bol bol da dinlenilecek. Bu 10 maddeden 5'ini falan anca hakkını vererek yaptım tahmin edildiği gibi. Mesela fark ettim ki bu sefer tenezzül edip yanımda ders için kitabı geçtim not parçası bile getirmemişim, iyi de oldu fazla bagaj ücreti öderken ilk onları suçlardım. 

Hazırlık gibi sürekli söylediğim üzere eğitim-öğretim hayatımın en rahat yılından sonra, fresh gibi eğitim-öğretim hayatımın öss senesinden sonra, belki de onla eşit en yoğun yılına geçince neye uğradığımı şaşırdım, yaz tatilindeki "abi ortalamayı yüksek tutarız işte, baştan sıkı tutarsak gerisi kolay" diye kendi aramızda yapılan konuşmalar "hayır yaz okulu bir opsiyon değil, geçilecek bu dersten" şekline döndü. Evet bizde de biraz abartılı panik var, sınavlarımız da iyi gidiyor aslında ama hayal perestliğimze ket vuruldu. Bi de 3 haftada tam yoğunluğua adapte olmuşken şak diye 10 gün tatile girmemiz, şimdi tekrar adapte süreci var. Üstüne 1 hafta sonra mini de olsa bi tatil var, Müzikus'ca Olimpos'a gideceğimiz. Gitti mi yine okul modu? Ha sonra bütün kasım ayı midterm ayı olarak iptal durumda, keza aralıkta da bu midterm'lerin ikincileri gelecek, ocakta finallerden bahsetmeme gerek var mı? Zaten sürekli "sınavlar başlasın bunu yapamayız", "dersler yoğunlaşsın şuraya gidemeyiz" diye diye yapıyoruz planlarımızı, bakalım nolcak.

Ekşi'de bugüne kadar okuduğum en etkileyici entry'yi  okuduktan sonra, aynı yazarın diğer entry'lerini de okudum. Bazı entry'lerini bildiğim ama özel olarak takip etmediğim, bugüne kadar keşfetmediğime üzüldüğüm çok çok iyi bi yazarmış. Ama asıl etkileyici kısmı, 9 küsur yıldır sözlük yazarı olunca, entry'leri arasında gezerken hayatındaki değişimleri an be an takip etmek oldu. 2004'te "doğru kişiyi beklemek" konulu, Mina'ya da yolladığım çok beğendiğim bi enrty'yi yazmışken, 2005'te evlenmek, 2006'da anne olmak, 2008'de çocuklarıyla olan diyaloglarını yazmaya başlamış, o çocuklar büyümüş şimdi ilkokula başlamış falan. 2006-2007'den beri facebook'u aktif kullananların profilinde gezerken de bu çok hoşuma gidiyor. Hı bi de, son birkaç gündür ailecek eski fotoğrafları karıştırmamızdan olacak (her şey benim 'daha önce Olimpos'a gitmedim' demem ve ailemin de 4 yaşımda da olsa gittiğimi kanıtlamak için belgeler aramasıyla başladı, gitmişim evet) asla ve asla yaşlanmak istemediğime karar verdim. Yani oldum olası yaşlanmaktan korkarım ama önünde fotoğraflar olunca üzücü oluyor. Misal, 70 küsur yaşında buruş buruş, iki büklüm diye tanıdığım bir uzak akrabamız gençliğinde bildiğin afet-i devranmış, keza çocukluğunda çok çok yakışıklı olan, şimdiyse yılların pek iyi davranmadığı nice tanıdığımız varmış. Bir daha "sen beni gençken görcektin" diyenlere daha temkinli yaklaşacağım. Ama bir yandan da işte bu yaşlanmanın fiziksel götürülerinin yanında, o fotoğraflara bakıp fotoğrafın üzerinden geçen 50-60 yılda o insanın kendine, dünyasına kattıklarını, çocukları torunları sayesinde yeni hayatlar oluşmasına katkıda bulunmasını, onun yaşadığı zamanla şimdiki dünya arasındaki değişimleri düşünmek de hoşuma gidiyor. Ben durayım, zaman aksın en iyisi. Bir de ola ki yaşlanınca o aslında hiçbir şeyi bilmeyen ama yaşından dolayı her şeyi biliyor havasında olan, kimsenin de yaşına hürmeten ses çıkaramadığı ukala yaşlılardan olursam, bu blog'u basın, kupon niyetine yanınızda getirin "böyleyken böyle" diye hatırlatın bana. Bence bizden büyük insanlara hatalılarsa, tabi ki saygı çerçevesi içinde, hatalı olduklarını söyleyebilmeliyiz. Yok ben söyleyemiycem galiba.


6 Ekim 2013 Pazar

Taaşşuk işteş bir fiildir

Şimdi superfresh'ler hakkındaki bi kaç gözlemimi yazıcam, ola ki bunu okuyan bi superfresh varsa kişisel olarak üstüne alınmasın, baya genelleme yapıyorum şu an çünkü, hepsi böyle değil elbette. Ha kendinden bişeyler bulduysa üstüne alınsın tabi, bana ne. Önce superfresh ne onu açıklıyım, hazırlık okumadan 1. sınıf olanlara superfresh deniyo, hazırlık okuyanlara sadece fresh. Resmiyette yeri yok tabi, öğrenciler arasında bu tanım var. Neyse, hazırlıktan okula ve birbirine alışmış fresh'ler ders konusunda gayet birbirine yardımcı oluyor çünkü amfinin hazırlık okuyan kısmının çoğunu zaten bir şekilde tanıyor oluyor, olmasa da üniversite ruhuna daha alışık olduğu için komün hayatına adapte olmuş durumda. Notlar elden ele dolaşıyor, insanlar zaman ayırıp birbirinin ödevine yardımcı oluyor vs. Superfresh'lerse gözlemlediğim kadarıyla, lise ruhundan kurtulamamış durumda. Daha birkaç ay önce öss yüzünden birbirlerini rakip olarak gördükleri için hala bir yarış halindeler, arkadaşlarının onlardan yüksek almasının (curve gibi küçük hesaplara girmezsek) onun için bir şey değiştirmeyeceğinin ayrımına varamamışlar, daha doğrusu hazırlıkta hem sınıflar daha müsait olduğu için hem sınıf dışında da vakit daha bol olduğu için birileriyle tanışma kaynaşma daha yüksek ihtimal, şimdi ise tll ve ingilizce dışında bütün dersler amfilerde, nası tanışıp arkadaş olup kaynaşsınlar ki bi de birbirlerine yardımcı olsunlar, o da var. Neyse, hazırlık okuyun.

O kadar yoğun 2 hafta geçirdim ki resmen 2 haftadır buraya da yazamadım. Neyse ki 5 gün sonra eve dönüyorum, annem kucağına yatırıp saçlarımla oynarken beni dinleyince, babam arka arkaya espriler yapınca, abimle konuşmaktan uyuyamayıp sabahlayınca geçer hepsi. Sonra hayatımın belli kısımlarını Mina, Fulya, Burcu, Buket, Birce arasında paylaştırıp biraz dinlenmeyi düşünüyorum, hakkaten yorgun hissediyorum. Günlük işleri ben yürütürüm, karar kısmını onlar devralsın dicektim ama yemek yemeyi falan da unutabildiğim için günlük işlere de biri lazım galiba. "Yeaa hazırlık üniversite gibi değil ki, üniversiteli gibi hissetmiyoruz bişey öğrenmiyoruz" falan diyorduk ama derslerimin 12.30'da bittiği güzel hazırlık günlerimi nası arıyorum anlatamam. 2 haftadır bir akşam ayarlayıp Damla'yla flüt çalamadık, arkadaşlarımın odasına gitmeye zor vakit buluyorum. Bulunca abartıyorum gerçi, dün Fulya'ya gittiğimde 13 saat oturdum mesela. Bi gün mezun olursam en çok odada çok sıkılınca çat kapı başka arkadaşımın odasına gidip saatlerce yayılmayı özleyeceğim sanırım. Fulya'nın odası da öylesine huzurlu ki, 2 koltuğu var yani misafir ağırlamaya baya müsait, odada fonda hep hafif bi müzik oluyor, ve genel olarak oda hep loş falan. Ciddi ciddi koltuğuna uzanıp konuşunca Freud'un koltuğunda gibi hissediyo insan. Dün Fulya, Veysel, Mina, ben odanın 4 farklı köşesine yayılmış, ara ara herkes uğraştığı şey hakkında sesli yorum yaparken (mesela ben yarın sunum yapacağım Taaşşuk-u Talat ve Fitnat'ı okuyup "vay bee Talat'ın annesi 1800'lerde aşk evliliği yapmış" falan diyordum) ilerde bu günleri çok arayacağım hissine kapıldım. Bu paragrafı da "Fulya'ya gidin, ballı süt yapar" tavsiyesiyle bitireyim öyleyse.
2 gündür bu fotoğrafa gülüyorum ben; nedensiz, alakasız.
Hist hocamın ara ara İngilizce kelimeler kullanmasının dikkatimizi celbetmek için olduğunu düşünüyorum, Sps hocam çok iyi giyiniyor ama o gömleğinin niye bi tarafı içerde bi tarafı dışarda acaba, anneannem görse "o belini topla çocuğum, o belini toplasana" der dururdu, matematik asistanım bizim yapmamızı beklediği soruları önceden çalışıp gelmeden yapamayacak kadar matematik konusunda kötü ki konu fonksiyonlar yani ilerde napıcaz ki biz, Ns asistanımıza Buket'le ben hariç herkes hayran sorun onda değil bizde heralde, İngilizce hocam çok tatlı ama sınıftaki 20 kişiden 17'si yukarda bahsettiğim gibi superfresh ve hoca internette en çok girdiğimiz sitelerden bahsederken "maybe pornography?" dediğinde birbirlerine "ohaa porno dedii" dercesine bakıp kıkırdadılar, Tll hocam hazırlıktakiyle aynı ve hala kadını bilinç akışına, birikimine hayran kalarak dinliyorum, onun argo konuşması karşısında superfresh'lerin kızardığını söylememe gerek var mı? Hayır superfresh'lerle ne alıp veremediğim var inanın ben de bilmiyorum.

Okul başlayınca blog'un konsepti de değişti, 3 paragraftır okula bağlayıp durmuşum. Okulumu hala abartılı derecede çok seviyorum ama geçen seneye göre bi tık daha az. Çünkü çok fazla şey batmaya başladı gözüme. Shuttle ücretleri, kontenjanı arttırıp puanları düşürme, kapasite yetersizliğinden allahın Tuzla'sındaki okula yurt çıkmaması falan.
Hı bir de piyano, bas, şan, bateri falan diyince hocalar hazır oluyo, 10-15 taliplisi oluyo da biz koskoca okulda 3. bi yan flüt çalacak insan bulamadık resmen. Müzikus'un ayarladığı hoca 2 kişi için Tuzla'ya gelmeyi kabul etmezse "haklısınız" deyip depresyona gireceğim, napıyım. Yazın 1 saatlik ders için 2 saat İzmir-Çeşme arasını çektim ama o yazdı, kimse hele de midterm tarihlerim açıklanmışken ve mesela kasım ayında toplam sadece 7-8 gün sınav olmadığını görmüşken, 3 saat yol gidip 1 saat ders yapmamı beklemesin. Kim bekliyosa bunu gerçi.

21 Eylül 2013 Cumartesi

Pause

Sanki hayatımın İstanbul bölümü ve İzmir bölümü varmış gibi değil de, İstanbul'da ayrı, İzmir'de ayrı bi hayatım varmış gibi geliyor. Yılın bi kısmını bir şehirde, diğer kısmını bambaşka bir şehirde geçiren herkese de böyle geliyordur, biliyorum. 2 farklı yatağın, 2 farklı masan, 2 farklı kahve kupan, 2 farklı pijaman, 2 farklı arkadaş çevren oluyor. Bırakıp gidiyorsun 8 ay başka bir yerde yaşıyorsun, ve geri geldiğinde o 8 ay hiç geçmemiş gibi aynı insanlarla kaldığın yerden devam ediyorsun. Liseye kadar kendi memleketim ve ebeveynlerimin ve ebeveynlerimin ebeveynlerinin memleketi olan bi şehirde yaşadım, liseyi başka bir şehirde okudum, üniversiteyi bambaşka bir şehirde okuyorum. Her yerde arkadaş bıraktım, anı bıraktım. Lisede çok bırakmadım gerçi, neyse. Ama ben İzmir'e, yani memleketime geri geldiğimde evimin, ailemin yaşadığı evin düzeni aynı oluyor, annem de babam da akşamları koltuğun aynı kısmında oturuyor, arkadaşlarımla aynı yerlerde buluşuyorum, metro hala bitmiyor, otobüsler hala yetmiyor, ve İzmir, içindekilerle birlikte hep aynı kalıyor. Bu sırada ben İstanbul'da 1 yıl önce tanımadığım insanlarla milyonlarca anı biriktiriyorum, hemen her gün yeni ve çok güzel insanlarla tanışıyorum, yalnız başımın çaresine bakmayı öğreniyorum; sonra onu pause'layıp İzmir'deki hayatıma devam ediyorum ve döngü bu şekilde devam ediyor. Şu an bu satırları havalandırmanın tepeme tepeme vurduğu, uçağımın 3. kez rötorlanıp totalde 1 saat ertelendiği, uçağa ilk enstrüman sokan benmişimcesine görevliler tarafından yan flütüme meraklı gözlerle bakılan havaalanında yazıyorum. Ve saçma olan şu ki, 5 dakikada bir uçak kalkan Adnan Menderes Havaalanında sade ve sadece benim uçağım erteleniyor, insanlar yanıma oturuyor kalkıyor ve ben hala aynı noktada, laptop'ımın şarjı bitmesin diye dua edip, yanımdaki kitabı bitirdiğime lanetler edip oturuyorum. Birazdan, umarım, İzmir'deki hayatımı pause'layıp uçağa bineceğim, belki bu yazıya yeni yurt odamda, yeni sandalyemde, yeni masamda devam edeceğim. Bir de bence benim gibi ev kuşu bi insan bile ailesinden ayrı bir şehirde yaşayabiliyorsa, herkes yaşayabilir aslında. O değil de, eğer havaalanlarını ve uçağa binmeyi çok seven bi insan olmasaydım hayat çekilmez olabilirmiş benim için.
Havaalanlarına dair en sevdiğim şeylerden biri yürüyen bant. Bütün caddeler böyle olsa mesela...
Tatilim tam istediğim gibi geçti, hem dinlencek çok fazla vaktim oldu, hem de gerçekten eğlenceli insanlarla eğlenceli vakit geçirdim. En rahat yaz tatilimin geçen yaz tatili olacağı söylenip durdu, oysa ki sonuç açıklanması, tercih, tercih açıklanması, eşya toplama vs. derken en stresli yaz tatilim geçen yazdı galiba, bu senekiyse gerçekten yapmam gereken hiçbir şey olmadığı için ilkokuldan beri en rahat yaz tatiliydi. Verimli de geçirdim, en başta flüt çalmayı öğrendim ve sanırım bi 30 yıl sonra da 2013 yazını bununla hatırlayacağım. Belki ilk 10 yıl yanında bişeyi daha hatırlarım ama neyse. Şimdi gidince yine yeni insanlarla tanışacağım, yeni şeyler öğreneceğim ve aslında üniversite hayatım yeni başlıyormuş gibi hissediyorum. Hazırlık da üniversitenin temeliydi sonuçta, en azından yakın arkadaş çevresi anlamında temelin orada atıldığını biliyorum. Şu an 3-4 yaşında dünyanın en kıvırcık saçlı bebeği bana "bllöööppp "yapıyo (Hani şu ağzını büzüp tükürük çıkarır gibi şey yaparsın ya. Of anlatamadım ki), aynı zamanda dünyanın en güler yüzlü çocuğu olabilir, umarım uçakta durmaksızın ağlayıp ona olan sevgimi sarsmaz. Bir de oda arkadaşım benimle aynı havaalanından farklı havayolu şirketiyle 10 dakika arayla (benimki 1 saat geciktiği için) aynı havaalanına uçacak, bu havaalanında uzak kaldık diye bulamadık birbirimizi ve şu an ona "Neyse İstanbul'da buluşuruz" dedim, hani 2-3 araba birlikte bi yere giderken hep arka arkaya gider, araya araba girince sinirlenirsin ya, biz de Birce'yle sanki arka arkaya gidecekmişiz gibi hissediyorum. Havada iki uçak çarpışsaydı tek kazayla aynı odadan 2 kişi ölmüş olurdu, bence böyle küçük olasılıklar mucize diye adledilmesin diye gerçekleşmiyor. Ne dediğimi şu an ben de kaybettim.

Uçak çarpışması demişken, belki de Breaking Bad şu an olağanüstü güzel gidiyor olmasaydı, Dexter'ın finali için daha çok heyecanlanabilirdim. Ama Breaking Bad değil tempo düşürmek; 2 bölüm kala bile insana "oha oha oha" diyerek kendini izletirken, Dexter'ın finalden hemen önceki bölümü böyle yavan, böyle hata dolu (sevdiğim dizilerde mantık hatası yapıldı mı içimde bir şeyler ölüyor) olunca heyecanla bekleyemiyorum bile. Sonuçta bu eylül, benden Futurama'yı aldı, Dexter ve Breaking Bad'i de alıyor ve dizilerine haddinden fazla sevgi ve bağlılık duyan bir insan olarak hayatımda büyük eksiklikler olcakmış gibi hissediyorum.

Dediğim gibi oldu ve şu an satırlarıma yeni odamda, yeni masamda devam ediyorum. 20 + 12 kiloluk 2 bavul + sırt çantası + kol çantasıyla araba park yerlerine en uzak yurtta 2. kata çıktım ve ölüyordum. Tabii geçen sene gelir gelmez kendimizi Via/port'a attığımız için bu sene akıl edemedik, odada ne sabun ne tuvalet kağıdı var, ama şansımıza tuvalet kağıdı için kapısını çaldığımız karşı komşu Serçin çıktı! Ayrıca havaalanından uçağa giden serviste tanışıp şans eseri uçakta da yanyana oturduğum, en son taksiye binene kadar sohbet ettiğim kadının da üniversitedeki en yakın arkadaşıyla niye küstüğünden tut, Cadde'deki favori restaurantına kadar biliyorum ama kadının adı hakkında en ufak bi fikrim yok.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Ortaya karışık mühendis

Ben önceden, yani üniversiteye gelene kadar, bana uygun bir meslek olmadığını, asla ait olduğum mesleği bulamayacağımı, bu yüzden çok mutsuz olacağımı düşünüyordum. Ve çevremdeki hemen herkes de benim gibiydi, çoğu da sonradan kendi isteğini bulamayıp ailesinin hocalarının falan ondan beklediğini yaptı, ve bunların da çoğu şu an tıp okuyor ve tıp okuyanların da çoğu mutsuz. Ve aslında lisede hocalarımız o kadar beynimizi yıkardı ki "tıp seçmemiz" için, nası etki altında kalmadım bilmiyorum, o derece istememişim demek ki. Gerçi 1-2 ay düşünmedim değil, babamın yaptığı 2 ameliyata girip izlemişliğim var hatta, biri safra kesesi biri fıtıktı. Yok bayılmadım, ama ben de bayılcağımı sanıyordum, üstelik fotoğraf çekilip facebook'a koydum, duruyo hala. Neyse, ben ilkokuldayken yazar olmak istiyordum, ortaokulda tiyatro kursuyla başlayan bir tiyatrocu olma hayalim vardı ki ara ara lisede de dürtmüştü, "fen lisesi mezunu tiyatrocu" olmak bence komik değil ama ilginç bir şey olabilirdi. Neyse bana 2 yıl daha kazandırıyor şu anki okulum ama tuhaf bir şey var, zamanında hiçbir mesleği istemeyen ben yine kararsızım ama bu kez her şeyi okumak istediğim için. Mesela mühendislikten devam etmeye kararlıyım, ama kafamda iki mühendislik var ve ben ikisini de istiyorum. İkisini, hatta başka bölümlerle de karıştırıp ortaya karışık bi mühendis de olabilirim ama sorun mezun olunca hangisini yapacağım. Daha ikisinin de derslerini almadım, hala hangisiyle daha mutlu olurum pek fikrim yok ama istemediğim için kararsız olmaktansa istediğim için kararsız olmak daha iyi gibi geldi.
Abimle ara ara birbirimize yolladığımız karikatürlerden. O da fen lisesi mezunu + bilgisayar mühendisi.
Şimdi ilk yıl diye bizim, herhangi bir ders seçimi yapmam gerekmiyor, hazırlığa lise5 diyordum, fresh de lise6 oluyor haliyle, sana hazır program veriyorlar, 1 hafta sonra beğenmezsen değiştiriyorsun, istemezsen kalıyor. Yani aslında, şu an yapacağım bir şey yok, ama program açıklanır açıklanmaz bikaç arkadaşıma mesaj atıp "bu hoca nasıl, tanıyo musun, değiştiriyim mi" telaşına girdim, "iyi anlatan mı, sınavı kolay olan mı; az ödev veren mi çok ödev veren mi" gibi sorularla uğraşıyorum. Halbuki hazır yani hiçbir şeye dokunmama gerek yok belki bile. Programın açıklandığı gün Fulya'yla telefonda konuşmamızın 55. dakikasına girerken (abartmıyorum, gerçekten) kulak misafiri olan abim "bu sene üniversite hayatınızın en tırt senesi olacak farkında mısınız? Seneye bölüm seçerken napıcaksınız siz?" diyerek gerçekleri şrrak diye çarptı yüzümüze. Yoo hayır, konuşmaya devam ettik de tabi. Neyse bu sene alcağımız dersler de ortak dersler aslında, çok fark etmiyor diyebiliriz. Zaten 3 mühendisliğe meraklıyım dedim ama okulda beni asıl heyecanlandıran dersler HUM dersleri. Yani düşünsene, kendini geliştirmek için bi derse tabi tutuluyorsun ve bu ortalamana etkiliyor. Hobi olarak ilgilendiğin klasik müzik, tiyatro, sinema, edebiyat vb. bi alanda profesyonel eğitim alıyorsun üstelik kredi sayılıyor. Daha seneye HUM alacak olmama rağmen oturup en çok onu araştırıyorum zaten. CS ya da BIO derslerini araştırsam daha mantıklı olurdu belki, bilmem.

Dün hayatımda ilk kez arı soktu beni, hem de bal arası gibi kamikaze yapan bi arı da değil, sokup hayatına "nihahaha" kahkahalarıyla devam edebilen elim kadar bi eşek arısı. Bacağım şişti şişti, acı yayıldıkça yayıldı, ama herkesin asıl söylediği "bugüne kadar nası daha önce arı sokmaz?!". Bence çok da yaşanılması gereken bi deneyim değilmiş yani. Olay Foça'da, amcamların yazlığının orda gerçekleşti bu arada. Yengem "çeyiz görmek" diye bir şeyden bahsetti, yani evlencek kişi 3-5 gün çeyizini eve seriyormuş, konu komşu da gidip çeyize bakıyormuş. Neden çeyiz herkese gösteriliyor bilmiyorum, ama ilginç geldi, hadi gidelim dedik. Yarı yolda arı sokunca amcam arabayla almaya geldi, dönüş yolunda önce yaşlı bir teyze bana bir tane nar verdi camdan, sonra ondan daha yaşlı bir amca kendi eliyle Çaltı ağacından oyduğu nazarlığı hediye etti, ondan birkaç metre ilerleyince de hepsinden daha da yaşlı bir amca lokma verdi. Ben canımla uğraşıyo olmasam daha da sevinebilirdim tabii. 3 dakikalık bir yol üzerinde herkesin birbirini tanıması, giderken arabayı durdurup bir şeyler ikram etmesi çok ilginç bir deneyimdi, çeyizi görememiş olduk ama neyse artık.
Eve döndükten sonra arılardan intikamımı almak için ilaçlamaya çıkan amcam


9 Eylül 2013 Pazartesi

Cansu-nate

Ben dün akşam tek başıma kumsala gittim, o saatte normalde kimse olmaz zaten de eylül geldi diye iyice insan sayısı azaldı ve ben yalnız başıma kumlara yattım, ilk defa "aman üstüm başım, peki ya saçım, daha bisikletle eve döncem ben" de demedim. Ve o kadar güzeldi ki. Etraf karanlık olunca yıldızlar daha net olur ya, etrafta tek bir ışık kaynağı yoktu, yıldızlar tüm canlılığıyla oradaydı, üstüne tam da şansıma dün Venüs de görünüyordu. Tam o an zaman durabilir dedim kendi kendime. Fulya'yla mesajlaşırken sonra "insan yeterince tek başına kumda oturursa şair olabilir, hatta belki aşık olabilir, aşık olcak birine de gerek yok" dedim, beğendi bu tespitimi. Ben hala güzel şiir yazamıyorum ama, tüh. Yıldızlara bakınca büyüleniyorum ben, hep diğer galaksilerde yaşamları, paralel evrenleri falan düşünüyorum, ve inanılmaz huzur buluyorum bunları düşünürken. Orada başka canlılar var, belki başka galaksilerde yaşama imkanım var ve hatta başka bir evrende benden bir noktada ayrılan ve hayatı daha farklı olan bir Cansu var mesela. Umarım benim hayatım seninkinden çok daha güzeldir Cansu-nate, yoksa kıskanırım.

Joseph Gordon-Levitt'in aslında Zooey Deschanel'e aşık olduğuna, ama çok fena friendzone'landığına inanıyorum, bilen bilir. Ama niye oturup bunlara kafa yoruyorum, onu kimse bilmez. Ha friendzone'landığını düşündüğüm biri daha var ama bu yazdığımı bi tek Mina anlayacak galiba. Bi de o kadar inanıyorum ki çocuğun aslında kıza aşık olduğuna, çocuk farkında değilse ben haber vericem mezun olmadan bi gün. Hayır öyle bi kızla bi erkek arkadaş olunca "uu kesin aralarında bişey var/olcak" diyenlerden değilim, diyenlerden nefret ederim, ben ve erkek arkadaşlarım için böyle şeyler dendiğinde de inanılmaz sinir olurum da, bu Joseph ve diğer arkadaş konusunda eminim yani. Arkadaş konusunda Mina'nın "olabilir"ini kapmıştım, Joseph konusunda baya destekçim varmış. Burdan buyrun: http://weknowmemes.com/wp-content/uploads/2012/02/celebrity-friendzone-level-99.jpg
2001'den beri arkadaşlar bir de. Kıyamam.
Bence friendzone'lanmak aşık bi insanın başına gelebilecek en kötü şey. Hiçbir konuşma ihtimalinin olmaması bundan daha iyi olabilir. Düşünsene o arkadaşın bir de sevgilisi varmış ve üçünüz takılıyormuşsunuz, ya da sevgilisini tanımasan da anılarını dinliyormuşsun hep çünkü karşındaki seni yakın arkadaşı olarak görüyor falan. Felaket gerçekten. Gerçi düşününce, mucizevi olan iki insanın birbirine aşık olması aslında, platonik olmak çok daha yüksek bir olasılık. Ciddi ciddi aynı anda iki insanın birbirinden hoşlanmasına inanamıyorum yani etrafta o kadar insan varken neden o ikisi birbirini seçiyor, nasıl bir olasılık bu diye düşünüp duruyorum. Karşıdaki hissediyor da ona göre duygu oluşturuyor desem bu kadar platonik olmazdı dünyada bence. Bu arada, "friendzone" kavramı ilk kez Friends'te ortaya çıkmış, ne ilginç. http://knowyourmeme.com/memes/friend-zone

Bunu söylemekten de çok sıkıldım ama, bir insanın kilosu hava atılacak ya da utanılacak bir şey değil bence. Olmamalı. Biri bana "kaç kilosun" dediğinde ve ben söylediğimde, hava atmış değil soruya cevap vermiş oluyorum, şu "oo havasını da attı" niye? Kaldı ki, abartılı zayıf bi insan da değilim kesinlikle. Şunu da sürekli söylüyorum ki, benim zayıf olmam benim başarım değil, ama keşke olsaydı. Benim zayıf olmamla, iştahlı birinin kilolu olması tamamen aynı mantık, ikimiz de irademize karışmıyoruz. Yemek yemeyi sevmiyorum, biri hatırlatana kadar yemek yemeyi unuttuğum da oluyor, bunun alışılagelmiş sonucu olarak da biraz zayıfım evet, ama keşke çook iştahlı bi insan olsaydım da bi de süper iradeli olsaydım da tutsaydım kendimi o sayede zayıf olsaydım, ya da süper disiplinli spor yapsaydım, o zaman gerçekten "bakın, istedim ama tuttum kendimi, şimdi şu kiloyum" diye hava atardım. Ama öyle değil. Sürekli iştah açıcı vitaminler kullandığım, yemek yiyince kustuğum anneannemin/annemin/babamın/babaannemin usanmadan bi daha yedirdiği, 16 kiloyken ilkokula başladığım, 2 haftada bir hastalanıp yattığım, antibiyotiklere muhtaç olduğum bi çocukluk geçirdim, şu anki halim ben ve çocukluğumu bilen insanlar tarafından "çok serpildi, iyi toparlandı" olarak adlandırılıyor. Lütfen ama.


3 Eylül 2013 Salı

Şaka maka eylül gelmiş yaa ne acayip

Evet, 3 gündür eylül geldiğini kabullenemedim. Cuma-cumartesi ve pazar günümü, annemin üniversiteden 4 kişilik arkadaş grubuyla (ve eşler+çocuklar ek paketiyle) geçirdim. Aslında durup gözlemleyince, dördünün de kişiliği birbirinden farklı, ama 29 yıldır arkadaşlar ve bu benim şu ana kadar yaşadığım zaman dilimini de aştığı için, bir arkadaşlığın 29 yıl sürmesi, bi insanı 29 yıldır tanımak falan garip geliyor. Bir de hadi üniversiteyi birlikte okumuşlar, sonra evlenmişler çocuk yapmışlar, yine de cümbür cemaat sık sık buluşuyolar falan, bunlar güzel şeyler. Çocuklar için bu benimsenmiş bi durum oluyor zaten, doğduğun zaman belli insanlarla "al bak, biz bunlarla samimiyiz, bu insanları hep görceksin" diye akrabalar ve ebeveynlerin yakın çevrelerinin içinde büyüyorsun, "nerden çıktı bu adam/kadın şimdi, nasıl tanışıldı" diye sorgulamak ancak ilerki çağlara denk geliyor. Neyse ilk gün annemlerin deyimiyle "kız kıza" iken, son 2 gün eşlerin, başka arkadaşların falan da katılımıyla 16 kişi bizim evin kapasitesini zorluyorduk. Eşlerin katılımı derken, en bayıldığım nokta annemin ve diğer 2 arkadaşının eşleri katılacağı, yani o ortamdaki diğer çocukların babaları orada olacağı için, 4. arkadaş, yani eşinden ayrılmış olan, kızının babasının da orada olması için ve bir zamanlar eski eşi de o arkadaş grubuna ait olduğu için, ayrıldığı eşini de çağırdı. Zaten çocukları için sürekli görüşmelerini hep takdir ederim de, böyle ailecek görüşmelerde de bir araya gelecek olgunluğa sahip olmaları gerçekten hayran bırakıcı. Keşke bütün ayrılan eşler, karşısındakinin "eski eş"den öte "çocuğunun annesi/babası" olduğunu unutmasa.

Kirâze'yi de bitirdim, Kızıla Boyalı Saçlar'a başladım, hatta yarıladım. Demet Altınyeleklioğlu'nun Hürrem ve Mihrimah hakkındaki kitaplarını Muhteşem Yüzyıl daha piyasada yokken okumuştum, Muhteşem Yüzyıl'ın ardından Kanuni dönemi haremine merak artınca Demet hanım yazdıkça yazdı, tarihi kurgu'dan romantik'e doğru kaydıkça kaydı, artık okumadım ben de. Solmaz Kamuran'ın Kirâze'si, Demet Altınyeleklioğlu'nun kitaplarına benzemiyordu, harem odaklı değildi, genel olarak 1400'lerin ortalarından 1500'lerin sonuna bütün Avrupa ve Osmanlı'yai, Medici'lerden, Mendes'lere kadar değinmişti. Asıl tuhafı, kitaba başlayana kadar Kirâze ve diğer çoğu karakterin tamamen kurgu olduğunu zannediyordum, meğer Kirâze diye biri varmış. http://tr.wikipedia.org/wiki/Ester_Handali (Harem'de Ester'e Kirâze dendiğinden bahsedilmemiş, belki o gerçek değildir)
Bunu Çeşme Marina'da, Polo Garage'ın dışında gördüm, ne naif bir dilek.
Son bir kaç gündür çok fazla rüya görüyorum, rüyalardan çok fazla etkileniyorum ve rüyaların etkisi gün içindeki ruh halime de yansıyor, Şebnem Ferah da değinmişti bu konuya bi şarkısında. Hayır, uyku düzenim sapıttı, rüya bitince saat 6'da uyanıp 8'e kadar oturduğum falan oldu. Hayır rüyaların hepsi kötü de değil ama fazla gerçekçiler, gerçeklik-hayal algımı yitirmekten korkuyorum. Tamam o kadar değil ama hakkaten etkisi kalıyor üzerimde, hayrolsun.

Daha dönmeme ve derslerin başlamasına 3 hafta var ama ben sürekli düşünüyorum. Kitapları sıfır mı alsam ikinci el mi, ikinci else kimden, dersleri değiştiremiyorum ama recit'leri sabaha mı alsam öğlene mi, X'in "süper hoca" dediği mi, Y'nin "onun gibi hoca bulamazsın" dediği mi, şimdi az bavulla gidip bayram tatiline gelince mi kışlıkları götürmeli, Müzikus'a girmeli mi, RadyoSu'dan çıkmalı mı, flüt'e okulda mı, şimdiki hocamın İstanbul için yönlendireceğiyle mi devam etmeli, akıl soran insana kibar yoldan "beni karıştırma" demeli mi dememeli mi gibi sorularla başlayıp 2-3 yıllık plan yapıyorum, falan filan.

Not: Şenliğin videosu daha yeni yüklenmiş, ne siz sorun ne ben söyleyeyim.

29 Ağustos 2013 Perşembe

Fal

Burcu'yla fallar, falların gerçekliği, bilimin açıklayamadığı doğaüstü olaylara ne anlam yükleyeceğimizden falan konuşmuştuk. En son falcılık bilimden de eski olduğu için, tutan falların, kehanetlerin bilimin cevaplayamayacağı bir noktada kaldığını kabul ettik, hatta belki de her şeyi çözümleyemememiz daha iyidir dedik.

Her ne kadar falların bazılarının gerçekten tuttuğu, büyü gibi muska gibi şeylerin gerçekten işe yaradığı görülse de, bu kadar kendini bilime adamış, onun büyüklüğüne boyun eğmiş bir birey olarak körü körüne inanamıyorum. Mesela biri çıkıp da bana “Türk kahvesi içtiğin zaman, tükürüğünün etkisiyle fincanda zamanda bükülme gerçekleşiyor, bunun sayesinde kahvenin telvesine gelecekten belirli parçalar aksediyor” gibi bir açıklama yapsa kahve fallarına inanırdım belki. Ya da “seçtiğin tarot kartları uzay-zamanda bir kırılmaya sebep oluyor ve çektiğin her bir tarot kartı hayatında yapacağın önemli kararların anlaşılmasını sağlıyor” deseydi tarot falına da inanırdım belki. Astrolojiyi astronomiyle harmanlayıp burçların varlığını kanıtlasalardı yine dünya’da 12 burç 12 de yükselen desek 144 tip insan olduğuna inanmaz, ama gezegenlerin yıldızların falan konumuyla ruh halimin değişmesine inanırdım belki. İnsanın uyku halinde aslında farklı zaman çizgilerinde, paralel evrenlerde dolaştığının bir kanıtı olsa rüya tabirlerine de inanırdım belki. 

Ben de az kahve ve tarot falı baktırmadım aslında. Hatta en ilginci, su falı baktırmıştım. Ben çocukken annem bir köyde öğretmenlik yapıyordu, orda cinli olduğunu iddia eden bir kadın vardı. Hatta kadının cinleri çocukları kıskandığı için 12 yaşında bir çocuğu (artık çocuk sayılmıyormuş) evlatlık almıştı, beni yanına yaklaştırmıyordu kimse falan, öyle ciddiye alınıyordu. İzmir genelinde de baya duyulmuş biridir, şehir dışına bile fal bakmaya gidiyordu. Neyse bundan 3 yıl kadar önce annem, annemin arkadaşları falan toplandık gittik. Beni ayrı bi odaya aldı, 1 bardak su koydu önüme. Bir kaç dua saydı “bunları oku bu suya” dedi, duaları bilmediğimi söyleyince kendisi okudu. Sonra başladı bir sürü şey anlatmaya. O zaman ben İzmir'de okumayı düşünürken, bana İstanbul diyen sadece o olmuştu. Fakat asıl enterasan kısmı, annemin arkadaşına fal baktığında, kadının evini tarif edip, yatak odasında bir dolapta muska olduğunu söylemişti. Daha da korkuncuysa eve gidip dolabına bakan kadının gerçekten muska bulmasıydı. E gel de açıkla bunu şimdi. İnanabileceğim sadece bu olur, o da elimizde somut bir kanıt olduğu için. Onun dışında şunu anladım ki, fal baktırmak yarı yarıya psikoterapi gibi bir şey. Çünkü karşında asla olumsuz bir şeyden bahsetmeyen, fal baktırdığın andan sonraki hayatının bolluk, bereket, başarı, aşk, mutluluk vs. İle dolu geçeceğini anlatıp duran, savını verdiği belli tarihlerle, isimlerle falan destekleyip toz pembe bir dünya tasvir eden biri var. Karşımdakinin söylediklerinin gerçek olmasının, onun geleceği görüyor olmasının mümkün olmadığını düşündüğüm halde dinlerken hoşuma gitmesi de bu yüzden. Aynı falda ikiz çocuklarım olacağı çıkmıştı, onun çıkmasını isterim bak. Üstelik dedem ikiz olduğu için ihtimal de var. Fakat öyle bir şey olursa “genlerimde vardı” demek yerine “falımda çıkmıştı!” diyecek değilim elbette.

Sadece fal baktırmadım kendim de baktım. Fotoğraflar 2010 yazına ait, fallar tutmadı dememe gerek var mı?
İşin bir de “self-fulfilling prophecy”, yani “kendi kendini gerçekleştiren kehanet” kısmı var. Örneğin, kahve falında sevgilisiyle kavga edeceğini gören biri, o faldan itibaren "acaba niye kavga edeceğiz?" diye düşünüp, sevgilisinin her hareketini inceleyip, bu inceleme yüzünden sevgilisinin her hareketi battığı için kavga çıkartabilir. Yani bu kavga, falda görülen kavgadır ve aslında fal baktırıldığı için çıkmıştır. Rüyasında yeşil şapka taktığını gören biri, bunun "uzun zamandır görüşülmeyen bir dostla buluşulacağı" anlamına geldiğini okuyup (sallıyorum tabii ki), "aa eski dost demişken, x'i görmeyeli uzun zaman oldu" deyip buluşabilir vs. Burcu'nun bi arkadaşına bakılan falda hayatına içinde "L" harfi geçen önemli biri gireceği söylenmiş, tutmuş da ama Burcu da aynı mantıkla "belki de hayatına giren insanlardan içinde "L" harfi olanlara daha çok önem verdiğin içindir" demiş. Aslında optimist bir tutumla, self-fulfilling prophecy'nin pozitif sonuçlar doğurması da mümkün. Mesela sabah burç yorumunda o günün çok harika geçeceğini okuyan biri o düşüncenin gazıyla mutlu, huzurlu bir gün geçirebilir. Burcu'nun dediğine göre, ben bile İstanbul düşünmezken o falcı bana İstanbul diyerek, İstanbul düşüncesinin tohumunu beynime yerleştirmiş olabilirmiş. Bir nevi ayıkken yapılan Inception.

Benim gibi güzel şeyler duymak gibi bir amaçla fal baktırılıyorsa, fal baktırmanın hiçbir sakıncası yok bence. Ama iş gerçekten elindeki fincanın dibindeki kahve telvesine bakıp bir şeye benzetmeye çalışan insanın her dediğine körü körüne inanma noktasına gelirse, işte orada korkutucu bir hal alabilir. Ne bileyim, depresyona giresi yokken “gezegenin burcuna girdiğini” okuyup depresyona giren, rüyasında gördü diye eşinin onu aldattığını zanneden, falında araba kazasında öldüğünü gördüğü için birkaç hafta kapı dışarı çıkmayan insanlar var. Baya varlığını bildiğim insanlar bunlar.
Bir de Burcu blog'una devam etmeli bence. İlk yazısının başlığı da şu olabilir hatta: "Cansu'yla çok eğlendim" 

24 Ağustos 2013 Cumartesi

I'm narcissist and it's okay

Sevdiğim şarkıları tüketene kadar dinlemeden duramıyorum. Tutamıyorum kendimi yani, bağımlı gibi "hadi bi kez daha" diye diye dinliyorum. Sonra bir nokta geliyor, 3.-4. gün ve yaklaşık 200. dinlemeden sonra "öeeh" diye sıkılarak bırakıyorum. O kadar sıkılıyorum ki şarkıdan, duymaya dinlemeye dayanamıyorum. Sonra üzülüyorum. Üzüldüğüme üzülüyorum. Çok sevince napcağımı bilemiyorum ben galiba. Ne genel bi laf oldu bu da böyle. Ama öyle. Blog'da kafiye de yaptım bak. Gerçi düzyazı da aliterasyon oluyodu o demi? Ya neyse, ben buraya gerçekten bunu söylemek için gelmemiştim. Ama niye geldiğimi de unuttum.

Ben sonunda, bütün o kişisel gelişim klişelerinden sıyrılıp, hayatın kontrolünün bizim elimizde olmadığını, tamamen özgür ruhlar olmadığımızı, her istediğimizi sadece istediğimiz için yapamayacağımızı anladım. Bunu anlamam anca bu yaşa tekabül etmiş gibi oldu cümlenin başına bakınca, aslında öyle değil, aslında hep biliyordum bunu ama hep de "yok yaaa, yapan yapıyo" diye avutuyordum kendimi. Artık anladım ki, yok öyle bir dünya. Şimdi "insan sosyal bir hayvandır, doğduğu andan itibaren içinde bulunduğu çevreyle etkileşim içindedir ve o çevreye karşı sorumluluları vardır" diye lafı uzatırdım, bunların gerekliliğini de sorgulardım ama üşeniyorum galiba. Bir de insan doğası gereği bencil, öyle de olmak zorunda zaten, bunu inkar etmek kendini kandırmaktan başka bir şey olmuyor aslında. Ben eskiden "hayır yaa, her şey bencillik üzerine kurulu değil!" de derdim ama zamanla onu da kabullendim. Kendi kendime her harekette bencillik arıyorum artık mesela. Bir insana tamamen karşılıksız bir iyilik yapmak bile, kendini iyi hissetmek için. Tamamen çıkarsız bir arkadaşlık bile, temelde o insanı sevdiğin, vakit geçirmekten keyif aldığın için. Yanlış bişey de yok bunda, kendini yaşıyorsun yani, heralde ilk planda sen olcaksın, başkası varmış gibi davranmak saçma, normal olan narsist olmak, en çok kendini sevmek demek istiyorum ama diyebildim mi bilmiyorum. Sonuçta en çok kendimi seviyorum ve en çok kendimi düşünüyorum ki "dünya benim için yaratılmış olabilir" diyen bir insana göre bu dediklerim normal yani. Hı bir de narsizmle kendini sürekli övme arasında aslında çok ciddi farklar var, narsizm'i tamamen içinde yaşamak da mümkün.
gibi yani
Üniversitede 2. yılım olcak ama ben hala eylül başı gibi yaptığım o okul forması-kurşun kalem-silgi-defter-kitap'tan oluşan kırtasiye alışverişlerimi özlüyorum. Ortaokula doğru uçlu kalem kullanmaya başladığım için her yıl yeni kalem de almamaya başladım mesela, sonra defter o kadar da gerekli bir şey olmamaya başladı, kitaplar yerini önce test kitaplarına sonra fotokopilere bıraktı. Bir de 0.9 uçların neden tedavülden kalktığını çok merak ediyorum, kime ne zararı vardı ki? Ben hep 0.7'yle yazan o klasik insan oldum. Zaten yazım aşırı çirkin, bir de 0.5'le yazınca Da Vinci misali, notlarımı şifreli almışım gibi oluyor. Tükenmez kalemle not almayı da beceremiyorum, her zaman typo'larım olacaktır ve her zaman silgi en değerlim olacaktır. Bir de benim çok başım ağrır ama hayatım boyunca bir kere bile Asprin içmedim. Hayır ağrı kesici içtim tabi, ıssız bir adaya düşsem alcağım 3 şeyden biri Dolorex mesela, yoklukta Majezik ve Novalgine de olur ama hiç Asprine denk gelmedim ama ağrı kesicilerin genel aldı Asprin gibi kullanılıyor çok garip. Med-line'daki doktor "ağrı kesici erken yaşlanma yapar" demişti, zor durumda olmasam içmeyeceğimi söylediğimde "yok genelde yaşlanmak  karaciğer'e böbrek'e zararlı demekten daha çok korkutuyor da insanların gözünü, ondan söyledim" demişti. Şimdi ben art arda, düşünmeden yazdığım için böyle paragafların başı sonu alakasız oluyor ama kitap değil blog yazıyorum en nihayetinde, varsın dağınık kalsın.

Bugün yazlıktan arkadaşım Ece nişanlandı! Bütün dekorlar pembe, pembe tüller, pembe elbise, pembe pasta, pembe peçete, pembe masa örtüsü, pembe tabak, pembe nişan şekeri, pembe balon. Adeta "Barbie's Dream House"'da nişanlandılar. Aslında ben de nişan'la pembeyi, düğün'le beyazı daha uyumlu buluyorum, fena da olmadı, kız zevkli ve baya da özendi ama benim "sadece bir nişan" dediğim şeye "KOSKOCA NİŞAN!" gözüyle baktığı için oldukça büyük bir nişan oldu. Hani tamam bir kere yapılıyor ama, nişan "resmi sevgililik"ten, evlenceğini haber vermekten başka bir şey değil aslında. Bence yani.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Bunları kapsayan bir başlık bulamadım

Yaz başında saçımın bir kısmını maviye boyatmaya niyetlenmiştim. Aman dediler, deniz suyu havuz suyu dediler, akar dediler, sümük yeşili olur dediler, kurur dediler, istediğin gibi maviyi şimdi sipariş etsek bi kaç haftaya gelir dediler, unutmuş dediler, hiç sevmemiş dediler, gücendim yar. Neyse onu istesem her zaman yaparım, daha doğrusu öğrenciyken istesem yaparım. Asıl dürten güdü de “Çalışmaya başlasam ve saçımı maviye boyatsam yadırganırım” oldu zaten. O değil de geçen gece rüyamda saçımı maviye boyatıp eve gelince mavi kısımları kırt kırt kesiyodum. Bilinçaltım çok sayko. Bi de ehliyet alıyım bu yaz dedim, bir üşengeçlik, bir “amaan şimdi bu sıcakta kim şehre gidip gelcek bi direksiyon kursu için, kim oturup motor çalışcak kullanmayacağı bir ehliyet için?” diye vazgeçtim. Yaz aylarının alameti farikası, Almanca öğretmeni annemden Almanca öğrenme girişimleri de başlamadan bitti tabi ki. Sonra “o kadar Fransızca öğrenmek istiyorum, hazır işim gücüm yok, internetten çalışayım” dedim, online ders de sarmadı. Dibimde surf okulları var, bari ona el atayım dedim, o girişimimi de askıya aldım. “Yazın rahat rahat oynarım” diye kenarda beni bekleyen Half-Life ve L.A Noire da beklemeye devam ediyor, bir insan oyun oynamaya üşeniyorsa o insanın hayat damarlarından biri kopmuş demektir zaten, öyle bi haldeyim. Planlarım arasından bir tek flüt dersine başladım, 7’de 1’le yoluma devam ediyorum. Zaten kurslardan birini ya da ikisini seçmem gerektiğine göre, flüt en mantıklı olandı, çünkü en çok istediğimdi. Ve ehliyet için üşendiğim İzmir-Çeşme yolunu, flüt için paşa paşa çekiyorum. Derken derken tatile gireli 2 ay olduğuna ve 1 ay kaldığına inanamıyorum. Yani “temmuzun ortası daha” dense garipsemem. Tatil güzel, ama adını koyamadığım, anlamlandıramadığım bir İstanbul özlemi de peydah oldu, bir de her yıl tam bu zamanlarda gelen “ders çalışmayınca insan çok boş hissediyo yaa” hissi de eklendi. Sonra bu hissimi genelde kasım-aralık gibi hayretle anıyorum.

Aktif olarak 5 yaşından beri bilgisayarla, 10 yaşından beri internetle haşır neşir olan (bok vardı çünkü, asosyal oldum çıktım, ömrümü bilgisayara adadım, sık sık göz kuruluğu için damla kullandım) biri olarak, “indirimli fırsat siteleri”ni yeni keşfettim. Adlarını hep orda burda görürdüm de, inceleme fırsatım olmamıştı. Fulya sayesinde bir kaçına göz attım, ekşi’den de birkaç tane buldum ve içim şişti resmen. Hayatım boyunca kazıklanmış gibi hissediyorum kendimi. “madem bu kadar ucuz da olabiliyordu bunlar, o zaman niyee, niyeeee” diye bağırdığımı hatırlıyorum, sonrası karanlık. Neyse fırsat siteleri falan derken, kendimi “Markafoni-Trendyol-Limango” üçlüsünde buldum. Daha önce internetten hiç kıyafet/ayakkabı alışverişi yapmamıştım, fakat çevremdeki 10 kişiden 9’u alışverişlerini düzenli olarak internetten yapıp bir de “şu ayakkabı 235’miş ben 15’e aldım. Bu elbise 120’den 8.90’a düşmüştü” diye anlattıkça hep “ben de alıyım yaa” dedim durdum ama “ya fotoğraftaki gibi çıkmazsa, ayakkabı ayağıma olmazsa, elbisenin kalıbı bambaşka bir gezegenin ölçülerine göreyse” diye diye almadım. En sonunda bugün Limango’nun tükenmişliği, Trendyol’un “farklı markalardan sipariş verirsen basarız ayrı kargo ücretini” demesiyle Markafoni’den bir şeyler aldım. Heyecanla ve korkuyla bekliyorum. Ama piyasa fiyatının üçte birine falan alınca insan hakikaten “bedavaya alıyormuş” hissiyle doluyor, bence indirim ticaretin temeli. Ben ticaret yapıyor olsam 10 liralık ürünü “300’den 30’a düştü” diye üç katına satardım mesela. Ama insanlar “ohaaaa onda biri fiyatına” diye atlardı. –Aynştayn was here- Bir de şöyle bir şey var: http://www.telegraph.co.uk/science/science-news/8000166/Finding-a-bargain-feels-as-good-as-sex.html
İndirim indirimdir...
Bugün Esin'le buluştum ve bol bol interrail fotoğraflarına baktık. 3 haftada 13 şehre gitmişler ve gerçekten sürekli gezmişler. Açıkçası kasım-aralık gibi Esin interrail planlarından ilk bahsederken "Çoğu diyenin planı lafta kalıyor, Esin'in de gideceğini sanmıyorum" diye düşünmüştüm, şaka maka gitti. Üstelik istasyonlarda duş almak olsun, parklarda mat üstünde yatmak olsun, hostel'lerde bambaşka ülkelerden insanlarla kalmak olsun, bir daha yaşayamayacağı deneyimler yaşadı. Mina’yla tatile giden arkadaşlarımızdan bahsederken biz de ufaktan tatil planı yapmaya başladık. Hiç arkadaşlarımla ayrı tatile gitmedim (okul gezilerini falan saymıyorum tabii) bu yaz da böyle geçti artık, seneye bakalım, cümbür cemaat toplanıp bi yerlere gideriz artık. Blog’um sana söylüyorum, arkadaşlarım sen anla. (Here comes the grammer nazi again). Interrail'dan sonra, öğrencili tatil deyince de son zamanlarda akla ilk Olimpos geliyor, Olimpos’a gitmeyene üniversite mezunu, üniversite mezunu olmayana kız vermiyorlar artık, yani Olimpos’a gidelim, evlenelim, 3 çocuk hibe edelim derim ben. O değil de, kaç gündür sorcam soramıyorum, “Çocuk hibe etmek” tam olarak nassı oluyo?

11 Ağustos 2013 Pazar

Alternatif bayram

Hayatım boyunca, "fark etmez" lafını çok fazla kullandım, ve bunların yarısından çoğu aslında fark ediyordu. Çok fark ediyordu. Önemli değil dediklerimin de çoğu baya önemliydi aslında. Ama insanlar benden özür dileyince çok geriliyorum. "Özür dilerim"e tam nasıl karşılık vereceğimi bilmiyorum. "Önemli değil" demeye dilim varmıyor ama "önemli değil ya, nolcak" demezsem de kendimi kötü hissediyorum. Haklı olup kötü hissetmek de ne saçma.

Msn'in msn olduğu, benim de saatlerce arkadaşlarımla chat'leştiğim zamanlar, otomatik olarak konuşmalar kaydedilirdi, ben de bilgisayar değiştirdikçe o konuşmaları itinayla taşıdım yanımda, hiç açıp okumamıştım ama. Bugün rastgele 3-4 yıl önceye ait konuşmalarda gezdim. Ne konuştuğum insanların çoğu şu an bir şey ifade ediyor bana, ne de konuştuğumuz konular. Bir çoğuyla o kadar samimi olduğumu bile hatırlamıyordum, ne garip. Bazı cümlelerim bana çok yabancı, saçma geldi, bazılarınıysa o kadar beğendim ki "vay be, 4 yıl önce ben mi kurmuşum bunu?" dedim. 4 yıl sonra böyle olacağımı tahmin edebilir miydim acaba? Ama nasıl edeyim ki. İnsan o an en yakınındaki kişilerin yerini, birkaç yıl sonra o an varlığından haberdar bile olmadığı insanların alacağını tahmin edemiyor. İlerde hayatında olacak kişi ve olaylarla karşılaşacağını bilmeden yaşıyor, doğal olarak.

Neyse, şimdi şöyle bir tablo hayal et. Odanın bir köşesinde vakti zamanında Prag'dan aldığım bir cadı duruyor. Sese duyarlı bir cadı kendisi, el çırpma sesi duyunca klasik "cadı kahkahası"ndan atmaya başlıyor. Kendimi lanet olası, ekosisteme zerre katkısı olmadığına inandığım nefret ettiğim sivrisinekleri öldürmeye adadığımı taa ilk blog yazımda da yazmıştım. O günden bu yana çok geliştim, artık iki elle şak diye sinek öldürmeler olsun, 10 saniyede sineğin odadaki konumunu tespit etmeler olsun... Neyse, tablo şu; yatağında kaykıldıkça kaykılmış, önündeki bilgisayarda muhtelif sitelerde fink atan Cansu, gözünün önünden sinek geçtiği anda otonom sinir sistemi sayesinde ani bir reflekse iğrenç sivrisineği "şaak" sesiyle iki elinin arasında sıkıştırıyor. Aynı anda, bu "şak" sesini üstüne alınan cadı, odada yankılanan kahkalar atmaya başlıyor. Kahkahadan korkup sıçrayan Cansu o panikle elindeki sineği kaybediyor, yatağın içinde sineği arıyor bir yandan sinirleri bozulmuş bir halde cadıya eşlik ederek o da kahkaha atıyor. Cadıyı kapatıp kaldırdım, 10 dakka sonra kıyamayıp yine yerine yerleştirdim. (bkz: hem deli hem mazoşist)
Cadımın temsili fotoğrafı
O değil de, ben hayatım boyunca hiç şeker toplamadım, bir şeker bayramı olsun, bir cadılar bayramı olsun bunlar hep beni teğet geçti. Daha doğrusu ailecek düzgün bayram kutladığımız söylenemez. Bir keresinde, ben en fazla 8-9 yaşımdayken, komşumuzun oğlu şeker toplarken bize gelince, benim şeker toplamaya çıkmadığımı duyup, üzülüp kendi şekerlerinden vermişti. Şeker almaya gelen çocuğu daha az şekerle yolladım hehe. Neyse, sonuçta ben var olan bayramların hakkını veremediğimizi düşündüğüm için, kendi alternatif bayramımı yaratmaya karar verdim. İnsanların birbirine sadece bitter, ya da fıstıklı, ya da naneli, ya da likörlü çikolata (kısacası beyaz ve sütlü yok) ikram ettiği  kendi bayramımı yaratmaya odaklanacağım. Bayram 2 gün sürecek, ilk gün gelenek olarak çok içki içilecek (hangi içki olduğuna karar vermedim henüz), sarhoş bir sürü insan kol kola mahalle meydanında dans edecek, arada çıkıp Cansu hakkında konuşmalar yapacaklar, sonra da açık hava sinema gösterimi olacak. Bayramın 2. günü çikolata yemeye devam etmekten başka etkinlik yok, insanlar hangover haliyle hemen ertesi gün çalışmasın diye tatil olarak bıraktım. O gün bol bol yayılıp, Cansu bayramı ruhunu doyasıya yaşasınlar. Bence tutar bu bayram. Ben en iyisi gideyim de, okullara ve iş yerlerine "benim geleneğimde şöyle bi bayram var, tatil istiyorum" diye bildirirsek nası bi uygulama oluyor diye araştırayım.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Google'lamak

Hayatımda kendimi yalnız hissettiğim anlardan biri, İstanbul'a geldikten 1 ay sonraya rastlar. Şanslıyım ki, pek çok kişiyi okul açılmadan tanıdığım için geldiğimde, okulda hissetmemiştim bu yalnızlığı. Ama ekim ayının sonuna doğru hastaneye gitmem gerekmişti. Sabahın köründe şurda yazdığım "Kadıköy Şifa'yı bulma" maceramın da geçtiği hastaneden (o başka bir gündü) çıktıktan sonra, öğleden sonra kendimi Kadıköy sahile atabilmiştim. Fakat, tam 2 dakikayla kaçırdığım shuttle'ın ardından bir dahaki 3,5 saat sonra gelecekti (Gürsel'e selam olsun!). İşte o 3,5 saat, o kendimle yalnız kaldığım 3,5 saat "Benim burda ne işim var?"la başlayıp, "17 milyonluk şehirde nası bu kadar az insan tanıyabilirim?"le devam eden bir kendini sorgulama sürecine girmiştim, "mesela şimdi hastaneye yatmam gerekse yalnız olcaktım" diye kendi kendimi bile üzdüm. 3 arkadaşımı aradım, ilki uzaktaydı, gelmesine değmeyecekti bile, ikincisi işteydi, çalışıyordu, üçüncüsü o an girmek istemeyeceğim kalabalık bir ortamdaydı. Kısacası telefon rehberimi baştan aşağı tarayıp, o üçü hariç arayabileceğim herkesin zaten ulaşamadığım okulumda olduğunu fark edip, kendimi aşırı yalnız hissetmiştim. Zamanla her şey düzeldi, arkadaşımın arkadaşı, arkadaşımın arkadaşının arkadaşı derken çok fazla insan tanıdım, en önemlisi aynı durum olsa ilk arayacağım insan olan ve şu an "oha ekim ayında Yeşim'i tanımıyormuşum bile" dediğim Yeşim'i tanıdım, bir de o gün ilk kez kendi başıma İstanbul'da dolaşmış olmuştum ki, şimdi geriye dönüp bakınca yalnız bir 3,5 saat geçirmek niye bana öyle dert olmuştu anlayamıyorum bile. Bahsettiğim 3,5 saati de şöyle doldurdum: Nautilus'a gitmeye çalışırken dolmuşta yanımda oturan kıza "Sabancı'nın 2. sınıfta bölüm seçme sistemi"ni anlatırken ineceğim durağı kaçırdım (zaten nerde inceğimi de bilmiyordum), Koşuyolu'nda olduğunu daha sonra öğrendiğim bir Starbucks görünce indim ki şimdiye kadar gördüğüm en boş Starbucks'tır (3 katlı ve her hatta birer müşteri vardı). Oradan çıkınca yine bilmediğim yerlerde dolaştım, sonra Kadıköy'e geri döndüm, minik keşfime devam ettim, kitap ve plak satan bir sahafta takıldım, ordan çıkıp Kabalcı'ya ilk kez o gün girdim, hatta o kadar oyalanmışım ki az daha 2. shuttle'ı da kaçırıyordum. Ve bu anlattığımı nereye bağlayacağımı unuttum, o yüzden "zamanla her şey düzelir" diyip bitireyim. Ya da "başta hiç istenmeyen şey, sonra çok sevilebilir" de olabilir. 


Bölüm seçmeyi anlatırken ineceğim yeri kaçırdım dedim ya aklıma geldi; ne kadar plan yapıyorsam, ekşisözlük'te "akademik kariyer mi işlek caddede büfe mi" ya da "esra erol'un aylık 500 bin lira alması" ve hatta "akademik kariyeri bırakarak porno yıldızı olmak" gibi başlıkları görünce bu planlara dair heveslerim puf diye sönüyor, adeta yaşam enerjimi kaybediyorum. İşin kötüsü, 1,5-2 yıl önce bütün bölümler bana uzak geldiği tercih yapamazken (sonra hemen tercih yapmam gerekmedi o ayrı) şimdi ise bütün bölümlere heves ettiğim için yine tercih yapamıyorum. Ne acelem var onu da bilmiyorum. Tek korkum, şu durumda olmak:

En azından ben mesleğimi seçerken 'teen 'olmayacağım! - Pollyanna
Düne kadar kendimi "başarılı bir stalker", "adeta bir ejderha dövmeli kız" falan gibi görürken, bugün en basit şeylerden birini bilmemenin utancı içindeyim. Linkedin'in "profilime kim bakmış" özelliğini yeni keşfetmem bir tarafa, tanıştıktan sonra bilgisayara koşup facebook, twitter, instagram, linkedin, ne bulduysam profilini incelediğim insanla ilgili ertesi gün linkedin'in "x senin profiline baktı" bildirimini görünce yaşadığım şaşkınlık bir tarafa...  Bir de o kadar "connection"ım içinde birinin profilime baktığını ilk kez bildiren linkedin'e kızgınlığım var. 
Birkaç yıl öncesine kadar yeni tanışılan birini "google'lamak" şansının olmaması daha mı iyidi daha mı kötüydü konusuna vakti zamanında How I Met Your Mother'ın böyle bi konulu bölümünün (Mystery vs. History idi adı) ardından kafa yormuş, ve karar verememiştim. Hala birinin sadece adını soyadını öğrenip, geçen yaz tatilini nerede kimlerle geçirdiğinden, stajını nerede yaptığına; izlediği dizilerden sarhoşken söylediği şarkılara kadar bilgiye ulaşmak yararlı mı, sosyalliği arttıran bir etkiye mi sahip yoksa azaltan mı karar verebilmiş değilim. "Zaman kaybetmeden birini tanımak"la "Birini tanıma aşamasının zevkini kaçırmak" arasında karar vermek çok güç.
O değil de, şaka maka "Google'lamak", "Tweet'lemek" gibi kavramlar girdi dilimize.

Not: Tatilden çok mutlu olsam da, gerçekten güzel geçse de; ben İstanbul'u da özledim galiba.

Not 2: Kirâze'ye başladım, daha 50 sayfa bile okumamış olsam da, sevdim.

Not 3: Şu aramayı yaparak kendini blog'umda bulan kişi sorusunun cevabını alabildi mi çok merak ediyorum 

2 Ağustos 2013 Cuma

Ben bunu niye anlattım?

Ben birine bir şeyi, duyduğum bi hikayeyi, o gün öğrendiğim alakasız bi bilgiyi, herhangi bi anımı anlatırken mesela; istiyorum ki onu bir yere bağlamak zorunda kalmayayım. Yani bi anımı, başımdan geçen bi olayı sadece anlatmak istediğim için anlatabileyim. Bunu anlayan, o anlatılan şeyi bir yere bağlamamı beklemeyen, sadece dinleyen insanları seviyorum. İlla cevap vermeleri, yorum yapmaları da gerekli değil. Ama ben aklıma gelen o alakasız şeyi anlattığımda "Ee ne alaka şimdi? Niye anlattın ki bunu?" dercesine yüzüme bakan insanları (hiç sesli söylemediler ki, hep bakışlarıyla anlattılar) hiç sevmiyorum. Bir hikayeyi illa gülmek için anlatmış olmak zorunda değilim, komik bir yere bağlamak zorunda değilim, bir bilgiyi illa işe yarar olsun diye vermek zorunda değilim, bir anımı illa konuyla bağlantılı olsun diye anlatmak zorunda değilim. Atıyorum, "Kaktüs cidden radyasyonu emer mi?" diyen insana "Bilmem ki, o değil de Manhattan'ı izledin mi? "dediğimde yadırgamayan insanları çok seviyorum. Ve çok nadir bulunuyorlar. Siz dolu dolu "İşte 3 yıl önce şuraya gitmiştim, sonra bu olmuştu, onun üstüne x bunu demişti, ben de şunu dedim, ondan dolayı şimdi bu oldu" diye anlattığımda "Eee?" diyen insana "Hiç o kadardı işte, anlatıyım dedim" demenin üzüntüsünü bilir misiniz?

Gece yatağa yattığımda bütün gün yaptıklarımı düşünürken "Aa keşke x'e şu cevabı verseymişim. Of tam şu sırada şu espriyi yapsaymışım ne komik olurmuş. Aaaa, keşke y'yi yapmayı yarına bırakmasaydım" demeyi de hiç sevmiyorum. En çok da o ilk söylediğim "doğru zamanda doğru cevabı veremeyip, söylenecek daha güzel şeyin tam uyurken aklıma gelmesi"ni sevmiyorum. E hiç aklıma gelmesin o zaman daha iyi... Derken bir karikatür buldum, yine duygularıma tercüman
O değil de, bir zamanlar kontör kartlarının arkasında karikatürler olurdu. Onları da Selçuk Erdem çizerdi.
Bir de, hiçbir flüt sayfasını beğenmememe, Facebook üzerinden flüt'le ilgili hiçbir arama yapmamama rağmen, kenarda şu tarz reklamların çıkması, Facebook'un Google Chrome üzerinden yapılan aramalara ulaştığını gösterir ki bu da yine Facebook'un gizlilik konusundaki ihlallerine kanıt. Bir de flüt derslerim hocama göre çok iyi, bana göre "ehh" gidiyor. Çünkü gerçekten çok sabırsız, biraz da mükemmeliyetçiyim ve gösterilen bir şeyi ilk denediğimde yapamayınca içten içe sinirleniyorum ve bunun normal olduğunu kabullenmiş görünsem de aslında kabullenemiyorum. Kendimi bunca yıl keşfedilememiş olağanüstü bir yetenek falan bekledim heralde. O değil de, hocamın adı Sonat, eşinin adı (o da piyanist/flütist) Ezgi, yani zaten müzisyen olmak kaderlerinde varmış bence heheh. 

"Issız bir adada olsanız yazar mıydınız? Başkaları tarafından okunmak için yazmaz mı insan?" demiş Jean Paul Sartre. Acaba ben gerçekten ne için yazıyorum?

Aylak Adam da bitti, sıradaki kitabımı daha seçemedim. Şimdilik bitmeye yakın dizilerimi bitirmeye vereyim kendimi en iyisi, özenle el değdirmediğim 5 bölüm Dexter ve 10 gün sonra başlayacak Breaking Bad beni beklerken bari onlar aradan çıksın.

28 Temmuz 2013 Pazar

Sözlüğüme dokunma!

Bugün ekşisözlük hacklendi. Açmaya çalışınca şu yazı çıkıyor ve arkada ilahi çalıyordu. Peki "hoşgörü"den dem vuran, "İslam hoşgörü dinidir" diyenlerin, kendileriyle aynı düşüncede olmayan insanların yorumlarını görmeye dahi dayanamayıp siteye, yazarlara dava açması; bununla da yetinmeyip direkt siteyi ortadan kaldırmaya çalışması hangi hoşgörü anlayışına giriyor, bu nasıl bir ironi? Sözüm sadece bugün ekşisözlük'ü hack'leyenlere değil, "din" adı arkasına sığınıp kendisiyle aynı düşünmeyen insanları susturmak, farklı düşünceleri yok etmek isteyen her tahammülsüz insana. 

Birini bir yerle özdeşleştirince, sonra onu başka bir yerde görünce hala ilginç geliyor bana. Mesela ilkokuldayken, sınıf arkadaşımla bir restaurantta ya da sinemada falan karşılaşınca acayip şaşırırdım. Koskoca İzmir'de sınıf arkadaşımı görmüştüm, olabilir miydi böyle bir şey! Tabii o yaşta tanıdığım insan sayısının azlığı, bir tanıdıkla karşılaşma ihtimalimi düşürdüğü için, bu tarz tesadüflere daha bir çok şaşırıyor, ve okul dışında ya da okul forması hariç bir kıyafetle gördüğüm insanların artık "sivil haliyle" tanışmanın heyecanını taşıyordum. Dün Mina Çeşme'ye geldi, Mina benim için yurt odamızla, okulla, Via/Port'la, Kadıköy'le, Taksim'le, Ortaköy'le ne bileyim genel olarak İstanbul'la özdeşleşmiş biri, Mina'yı kendi memleketimde görmek bile garip geldi mesela. Abartıp Levent'ten Ortaköy'e yürüdüğümüz o gece geldi aklıma, şimdi Alaçatı çarşı'da yürüyorduk, ya da İstiklal'de gecenin bir yarısı bir yandan shuttle'a yetişmeye çalışırken bir yandan hala "ya bi dondurma da alalım yaa, nolcak" derken şimdi İmren'e dondurma yemeye gidiyorduk, değişik ve güzel geldi. Çocukluğumdan beri hala "başka bir yere ait olarak kodladığın birini, yeni bir bağlamla özdeşleştirme"nin heyecanı duruyor demek ki, ne güzel.

Annemle iki gün üst üste, önce "It's kind of a funny story" sonra "It's a wonderful life"ı izledik, yaşam enerjisi doluyuz! Her ikisi de temelde intihara karar vermiş bir adamı konu edindiği için, film bittiğinde insan "iyi ki yaşıyorum!" duygusuyla doluyor. Antidepresan niyetine izlenip izletilebilir bence.
It's kind of a funny story'de baş karakter mutlu değil, ama hayatındaki kötü şeylerden dolayı mutsuz olduğundan değil, mutlu olmak için bir sebebi olmadığından. Ki, bu mantık pek çok kişiye göre saçma gelse de, bence anlamlı. Biri mutlu değil diye illa mutsuz olmak zorunda değil ya da birini sevmiyor diye illa nefret etmek zorunda değil. Evet kavramların zıtları, kavramları güçlendirir ama bir orta yol, nötr olma durumu da vardır her zaman. Yani mutsuz olduğum zamanlar da oldu, mutlu olmadığım zamanlar da oldu, fakat tam açıklanabilecek değil, ancak yaşanarak anlaşılacak büyük farkları var.
Bu da filmde en sevdiğim repliklerden biri
It's a wonderful life'taki karaktere de, eğer o hiç olmasaydı dünya'nın nasıl bir yer olacağı gösteriliyor. Bu tarz kelebek etkisi temelli film ve dizileri zaten çok severim. "X olmasaydı Y napardı", "Tanışmasalardı nolurdu", "Konuşmasalardı ne biterdi" falan gibi konular ekseriyetle ilgi çekici olmuştur benim için. (Kelebek Etkisi'ni sevdiğimi belirtme ihtiyacı bile duymuyorum. Keza, Mr. Nobody) Bu da öyle bir filmdi, tek bir insanın eksikliğinin bile dünya'da ne çok şeyi değiştireceğini gösteriyordu. Tabi ki böyle durumlarda klasik hareketim, kendime uyarlamaktır. Hemen düşündüm, ben doğmasaydım ailem şimdi napıyor olacaktı? Etkimin bulunduğu onlarca karar, onlarca durum varken bunu kestirmek imkansız gibi bir şey tabi. Peki ya arkadaşlarım? Sonra mesela basit şeyleri düşündüm, ben olmasaydım asla tanışamayacak insanları, kavga ettiklerinde barıştıran biri olmadığı için ayrılan çiftleri, benim doldurduğum 1 kişilik kontenjan yüzünden kimin bambaşka bir şehirde bambaşka bir üniversite'de okuduğunu ya da ne bileyim en basitinden ben olmasaydım bizim odamızda kimin kalacağını düşündüm. Tabi böyle kendimi daha değerli hissetmek için felaket senaryoları yazmak hoşuma gidiyor, o ayrı mesele. Ben olmasam dünya'nın sonu çoktan gelmiş olurdu bence heheh. Hatta Cansucentric modele göre zaten dünya olmazdı ya, oraya hiç değinmiyorum. Ama çok acayip, düşünün bi benim hayatınızda hiç olmadığımı, hiç yokum hiç olmadım, yani çok korkunç bence de. İnsanların hayatlarına küçücük, ufacık bir etkim de olduysa, dokunabildiysem ne kadar güzel bir şey. Evet iyi ki varım. (Ben kendi kendime mutlu oluyorum, karışmayın)