28 Temmuz 2013 Pazar

Sözlüğüme dokunma!

Bugün ekşisözlük hacklendi. Açmaya çalışınca şu yazı çıkıyor ve arkada ilahi çalıyordu. Peki "hoşgörü"den dem vuran, "İslam hoşgörü dinidir" diyenlerin, kendileriyle aynı düşüncede olmayan insanların yorumlarını görmeye dahi dayanamayıp siteye, yazarlara dava açması; bununla da yetinmeyip direkt siteyi ortadan kaldırmaya çalışması hangi hoşgörü anlayışına giriyor, bu nasıl bir ironi? Sözüm sadece bugün ekşisözlük'ü hack'leyenlere değil, "din" adı arkasına sığınıp kendisiyle aynı düşünmeyen insanları susturmak, farklı düşünceleri yok etmek isteyen her tahammülsüz insana. 

Birini bir yerle özdeşleştirince, sonra onu başka bir yerde görünce hala ilginç geliyor bana. Mesela ilkokuldayken, sınıf arkadaşımla bir restaurantta ya da sinemada falan karşılaşınca acayip şaşırırdım. Koskoca İzmir'de sınıf arkadaşımı görmüştüm, olabilir miydi böyle bir şey! Tabii o yaşta tanıdığım insan sayısının azlığı, bir tanıdıkla karşılaşma ihtimalimi düşürdüğü için, bu tarz tesadüflere daha bir çok şaşırıyor, ve okul dışında ya da okul forması hariç bir kıyafetle gördüğüm insanların artık "sivil haliyle" tanışmanın heyecanını taşıyordum. Dün Mina Çeşme'ye geldi, Mina benim için yurt odamızla, okulla, Via/Port'la, Kadıköy'le, Taksim'le, Ortaköy'le ne bileyim genel olarak İstanbul'la özdeşleşmiş biri, Mina'yı kendi memleketimde görmek bile garip geldi mesela. Abartıp Levent'ten Ortaköy'e yürüdüğümüz o gece geldi aklıma, şimdi Alaçatı çarşı'da yürüyorduk, ya da İstiklal'de gecenin bir yarısı bir yandan shuttle'a yetişmeye çalışırken bir yandan hala "ya bi dondurma da alalım yaa, nolcak" derken şimdi İmren'e dondurma yemeye gidiyorduk, değişik ve güzel geldi. Çocukluğumdan beri hala "başka bir yere ait olarak kodladığın birini, yeni bir bağlamla özdeşleştirme"nin heyecanı duruyor demek ki, ne güzel.

Annemle iki gün üst üste, önce "It's kind of a funny story" sonra "It's a wonderful life"ı izledik, yaşam enerjisi doluyuz! Her ikisi de temelde intihara karar vermiş bir adamı konu edindiği için, film bittiğinde insan "iyi ki yaşıyorum!" duygusuyla doluyor. Antidepresan niyetine izlenip izletilebilir bence.
It's kind of a funny story'de baş karakter mutlu değil, ama hayatındaki kötü şeylerden dolayı mutsuz olduğundan değil, mutlu olmak için bir sebebi olmadığından. Ki, bu mantık pek çok kişiye göre saçma gelse de, bence anlamlı. Biri mutlu değil diye illa mutsuz olmak zorunda değil ya da birini sevmiyor diye illa nefret etmek zorunda değil. Evet kavramların zıtları, kavramları güçlendirir ama bir orta yol, nötr olma durumu da vardır her zaman. Yani mutsuz olduğum zamanlar da oldu, mutlu olmadığım zamanlar da oldu, fakat tam açıklanabilecek değil, ancak yaşanarak anlaşılacak büyük farkları var.
Bu da filmde en sevdiğim repliklerden biri
It's a wonderful life'taki karaktere de, eğer o hiç olmasaydı dünya'nın nasıl bir yer olacağı gösteriliyor. Bu tarz kelebek etkisi temelli film ve dizileri zaten çok severim. "X olmasaydı Y napardı", "Tanışmasalardı nolurdu", "Konuşmasalardı ne biterdi" falan gibi konular ekseriyetle ilgi çekici olmuştur benim için. (Kelebek Etkisi'ni sevdiğimi belirtme ihtiyacı bile duymuyorum. Keza, Mr. Nobody) Bu da öyle bir filmdi, tek bir insanın eksikliğinin bile dünya'da ne çok şeyi değiştireceğini gösteriyordu. Tabi ki böyle durumlarda klasik hareketim, kendime uyarlamaktır. Hemen düşündüm, ben doğmasaydım ailem şimdi napıyor olacaktı? Etkimin bulunduğu onlarca karar, onlarca durum varken bunu kestirmek imkansız gibi bir şey tabi. Peki ya arkadaşlarım? Sonra mesela basit şeyleri düşündüm, ben olmasaydım asla tanışamayacak insanları, kavga ettiklerinde barıştıran biri olmadığı için ayrılan çiftleri, benim doldurduğum 1 kişilik kontenjan yüzünden kimin bambaşka bir şehirde bambaşka bir üniversite'de okuduğunu ya da ne bileyim en basitinden ben olmasaydım bizim odamızda kimin kalacağını düşündüm. Tabi böyle kendimi daha değerli hissetmek için felaket senaryoları yazmak hoşuma gidiyor, o ayrı mesele. Ben olmasam dünya'nın sonu çoktan gelmiş olurdu bence heheh. Hatta Cansucentric modele göre zaten dünya olmazdı ya, oraya hiç değinmiyorum. Ama çok acayip, düşünün bi benim hayatınızda hiç olmadığımı, hiç yokum hiç olmadım, yani çok korkunç bence de. İnsanların hayatlarına küçücük, ufacık bir etkim de olduysa, dokunabildiysem ne kadar güzel bir şey. Evet iyi ki varım. (Ben kendi kendime mutlu oluyorum, karışmayın)


25 Temmuz 2013 Perşembe

Artık tuvalet kağıdı yerine flüt çalıyorum

Tuvalet kağıdının dünyanın en underrated şeylerinden biri olduğunu düşünüyorum. Issız bir adaya düşünce insanların yanına tuvalet kağıdı almak istemeyi akıl edememesi çok saçma mesela. Hadi peçete deyip genel kategoride değerlendireyim, ikisi de birbirinin yerini tutabiliyor sonuçta. Gerçi hastayken silmekten yara olmuş burnunuza o haşır huşur 19 kat peçeteyi değdirin bakıyım noluyo. Tuvalet kağıdı öyle mi halbuki, yumuşacık.
Dün babamla alışveriş merkezlerinin gideri hakkında konuşurken (nerden oraya geldik bilmiyorum) "düşününce baya giderleri vardır, çünkü en az 7-8 tuvalet oluyor ve çok fazla tuvalet kağıdı harcanıyor sonuçta" dedi. Aklına ilk gelen şeyin elektrik, su, sabun ne bileyim alışveriş merkezinin kira bedeli falan değil tuvalet kağıdı olması hoşuma gitti. Bi de babamın tuvalet kağıdıyla ilgili başka komik bi anısı var. Amerika'nın Irak'a girdiği dönem, yani 2003'te, babam da görevli olarak Silopi'ye gitmişti. Hani Türk askerlerinin de Irak'a girme ihtimali falan vardı, hatta girdiler sanırım bi ara, babam da o ara gitti. Babam askeri doktor bu arada. Ayrıca tuvalette gazete/dergi okur ayrıca, pek çok baba gibi. Neyse, bi gün tuvalete gidecekmiş, askerinden gazete getirmesini istemiş. E tabi sınırdaki bi hastenede konfor falan sıfır, asker de tuvalette tuvalet kağıdı bitti de babam gazete istiyo sanmış. Gitmiş bi 10 dakka sonra elinde 2 rulo tuvalet kağıdıyla gelmiş. Gururlu bir edayla "komutanım, içim el vermedi gazete getirmeye, aşağı kattaki tuvaletten tuvalet kağıdı buldum" demiş. Aklıma geldikçe gülüyorum.
Ben hayatımdaki ilk hırsızlık deneyimini de tuvalet kağıdıyla yaşadım, şimdi itiraf geliyor. Biz yurtta, odadaki harcamalar için (işte tuvalet kağıdı, çay, ekmek, peynir gibi ortak şeyler) ayda bir para topluyoruz, o ay para kimdeyse o yapıyor alışverişi. Neyse bi gün sıra bendeydi, odada tuvalet kağıdı bitmiş ben farkında değilim. Arkadaşlarım madur. (nereye sıçacaklar geldi aklıma heheh). Benim kalkıp Diasa'ya gidip tuvalet kağıdı almam gerekiyo doğal olarak. Ama nasıl üşeniyorum üstümü değişmek, o 5 dakikalık da olsa yolu yürümek, alışveriş yapmak falan ölüm o an benim için. Aklıma başka bir arkadaşımdan duyduğum dahiyane fikir geliyor. Tuvalet kağıdı çalmak! Bizim yurdumuz med-line'ın tam karşısındaydı (med-line'da okuldaki poliklinik oluyor), yani yurttan adımını atınca med-line'a giriyosun diyebilirim. O kadar yakın olunca üstümü değişmeme de gerek yoktu, gayet pijamalarımla gidebilirdim. Med-line o an benim için içi tuvalet kağıdıyla dolu bir cennetti, aldım bi çanta, üstümde pijama girdim med-line'a. Ama nasıl gerginim belli değil. Soğukkanlı görünerek girdim bi kabine. Bi yarım bi tam tuvalet kağıdı vardı. Abartmıyım diye yarım olanı aldım. Sonra "ama odadan kaçta çıkcağım belli değil, ben tam olanı alıyım" dedim. Yarım olanı da çıkarmadım çantadan. Hırsızlık gözümü bürümüştü artık, dönülmez bir yoldaydım, kaybedecek bir şeyim yoktu, ha 1 ya 1,5 rulo ne fark ederdi. Hırsızdım ben artık işte. Kendi kendimi rahatlatıyordum ama "sonuçta burası okulun ortak olanı, farz ediyim ben odada tuvaletimi yapmıyorum, hep med-line'a gelip yapıyorum, o zaman kim bişey dicekti, bu tuvalet kağıdı öğrenciler için, bizim için, benim hakkım!" diye ama kendimi bile ikna edemiyordum. Utanmaz utanmaz o "haram" tuvalet kağıtlarını kullandım, kullandırdım bi de. Belki de bu ilk hırsızlık deneyimimdendir tuvalet kağıtlarına daha bi önem vermem.
Neyse sonradan öğrendim ki sadece ben ve bana bu fikri veren arkadaşım değil, baya okuldaki çoğu kişi med-line'dan, fakülte tuvaletlerinden falan tuvalet kağıdı çalıyormuş. Twitter fenomeni olarak tanıdığım, sonra bizim okuldan mezun olduğunu öğrendiğim Ezgi Hindistan bile yazmıştı blog'una, med-line'dan tuvalet kağıdı çaldığını hehe.

Bir de ben dün itibariyle yan flüt çalmaya başladıım! Pardon, yan flütte ilk kural "yan flüt" değil, sadece "flüt" demekmiş. İlkokuldan kalma alışkanlıkla öyle deyince aklıma blok flüt geliyor ama... Tam 3 aydır "piyano-çello-yan flüt-çello-piyano-çello-yan flüt-çello-yan flüt" diye diye sonunda karar verdim. Bu sırada "bana hangisi yakışır" gibi hiç profesyonelce olmayan kriterlerim de vardı, en çok ailem, Mina ve sanırım sorularımla flüt çaldığına pişman edeceğim Damla şahit :) Neyse, bence gayet iyi başladım çünkü ilk eline alışında ses çıkaramayanlar oluyormuş, ben çıkardım. Tabi yatıp kalkıp tiyatro hocalarımın ellerinden öpmek istiyorum, tiyatro sayesinde zaten 6. sınıftan beri diyafram nefesine alışkın olduğum için ses çıkarabiliyormuşum. Aslında istiyorum ki bir hedefim olsun, yani ne bileyim 19 yaşımda başladığım için muhtemelen asla profesyonel biri kadar güzel çalamayacağım ama özel derste hocalar derdi ya "sene sonu geldiğinde denemelerde en fazla 1 yanlış yapacaksın" diye, öyle bir hedef belirleyelim istiyorum. Şu an nası bi gidişatım olur, İstanbul'da derslere devam edebilir miyim, ya da tam tersi aslında süper yetenekli falan çıkıp çok mu iyi olurum bilinmediği için şimdiden "1 yılın sonunda X'in Y konçertosunu gözüm kapalı çalarım" diyemiyorum. Yalnız benim gibi sabırsız biri böyle 3 nota basmayla adım adım ilerlemeyle nasıl devam edecek bilmiyorum. Şimdi büyük bir hevesle başladığım için zevk alıyorum tabii, her kullanımdan sonra temizleyip kaldırıyorum bile! Hem hiç yoktan yüzmek, kitap okumak, dizi izlemek, blog+günlük yazmak dışında bir aktivite daha eklendi.
Hiç bitmesin bu tatil, lütfen...

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Dondurmam çok soğuk

Bugün önce "dondurmam çok soğuk" diye, ardından "off ne çok kum var, yapışıyo her yerime" diye isyan eden ergen gördükten sonra, bir ergenin isyan edemeyeceği hiçbir konu olmadığını anladım. Hayır dondurma konseptine aykırısın da, kumsaldan bahsediyoruz, taş olsa daha mı iyidi?
İnsanın 13-17 yaş arası hakikaten çok boktan bi dönem. Ama nasıl olmasın? Büyüyorsun, büyümeye çalışıyorsun, ama başta ebeveynlerin olmak üzere toplum senin büyüdüğünü kabul etmeye hazır değil. Varoluş mücadelesi veriyorsun bi yerde. "Banane yaaa, karışmayın bana" diyosun, alıp başını gitmek istiyorsun ama evden gitsen de 3 gün sonra "param bitti" diye kuzu kuzu dönmek zorundasın, en isyankar döneminde bile gelecek kaygın varsa okula gitmek zorundasın. Hatta evi terk edip arkadaşına gitsen, arkadaşının annesi "X hanımcığım, oğlunuz/kızınız bizde, haberiniz olsun" diye anneni arıyor. Duygusal gel-gitler yaşıyorsun ama toplum yine seni ciddiye almıyor. Kendi liseli aşkını dünyanın en büyük aşkı sanıyorsun, "Yok abi, X benim hayatımın aşkı, ondan başkasını sevemem" diyorsun ama bunu kendinden büyük kime söylesen "Heheheh, hep öyle derler, dur daha yiğidim, neler görceksin daha" diye küçümsüyorlar. Arkadaş ortamında "Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!" diye takılıyorsun ama gizli gizli telefonda 1 saat daha dışarda kalmak için anneni ikna etmeye çalışıyorsun.
Sen "okumıycam" diye isyan edersin, annen "kuzeninle oynarsın der ya... İşte öyle bir şey.
Böyle empati yapınca üzücü kısımları da var tabi ama, ergenlik gerçekten katlanılmaz bir dönem. Hem bireyin kendisi, hem çevresi için. Ergenliği en az hasarla, hatta tam anlamıyla ergenlik yaşayamadan geçirdiğim için mutluyum. Tek utandığım şey, 2004'te aldığım "crazycansu" adlı msn adresidir sanırım. Hayır cici de bi kızdım, nerem "crazy"diyse allaasen? Herhalde geriye dönüp bakıp inanılmaz utandırıcı anılarım olsa kafamı kuma gömer ya da kimsenin beni tanımadığı bir yerde hayatıma sıfırdan başlardım.

Çünkü en asi ergen bile gün geliyor, büyüyor işte. Çalışmaya başlıyor, aile kuruyor, kendi çocuklarını yetiştiriyor. Mesela "Justin bana hi demedi" diyen kızın büyüyünce o video'nun dönüp dolaşıp kendisini bulduğunda ne kadar utanacağını düşünüyorum ben. Gülüp geçecek kadar olgun olursa ne âla, yoksa ömrünün sonuna kadar bu video üzerinden uğraşılır. Hemen her ergenin bir "teenage crush"ı olur zaten. Ben izlediğim dizilerdeki oyunculara kısa süreli tutulmalar yaşardım. Annem de yaşamış. Rich Man, Poor Man'deki sarışın adama mektup yazıp yollamış. Cevap alamamış, keşke alsaymış. Teenage crush'ı Gökhan Özen olan, şimdilerde jazz dinlediğini facebook paylaşımlarından anladığım arkadaşımın hatırlayınca ne kadar utanacağını biliyorum mesela. Ya da, yaşıtım olan ve hala, evet gerçekten hala twitter'da "aşık olduğu" ünlüye mention'lar atan, twitter arka planını onun fotoğraflarıyla kaplayan insanlar var. Onların 20 yaşında bitmediyse ne zaman ergenliklerini bitireceklerini merakla bekliyorum. Bu çağda ergen olmanın kötülüğü de bu işte, arkanda iz bırakıyorsun. Annem kim bilir o mektupta neler yazmıştı, şimdi hatırlamıyor bile. Bizim öyle mi? Gir zaman tüneline, bak 2007-2008'deki paylaşımlarına (o zamanlar status'ler "is"le başlardı) "...is içiyoruz her gece, her gece başka eğlencee", "...is tatlı cadıııı XD" yazan status'ünü gör ve kafayı kuma göm.

Bugün IC'den aldığım bir kitabı okurken arasında bir bilet buldum. Kim bilir benden kaç kişi önce bu kitabı ödünç alan birinin "Natacha Atlas" biletiydi. Bir başkasının hatırasını tuttum elimde gibi hissettim, hoşuma gitti. Üstünde yazı olan paraları, zarar verilmiş olsa da banklara kazınmış isimleri de severim. Başkasından hatıra. Lisede arkadaşlarımla gittiğimiz kafedeki her bir jenga tahtasında minik minik onlarca isim kazındığını görmüştük. Biz de kazıdık tabi, durur muyuz? Yıllar sonra beşimizin adını bir arada gören ve artık görüşmediğimizi bilen bir tanıdığımız "aa onlar da gelmiş buraya" demiştir belki.




13 Temmuz 2013 Cumartesi

Altın Çağ ve Cansucentric

Sabah'ın 8.40'ınde full makyajıyla ve fönlü saçlarıyla derse gelen kızın yanında bile kendimi paspal hissetmiyorum, Downton Abbey izlerken hissettiğim kadar. Tamam bu kurgu bir dizi, ama sonuçta gerçekten böyle dönemler olmuş, böyle insanlar yaşamış buralarda bir yerlerde. Bakkala giderken bile kabarık elbiseleriyle, şapkasıyla, eldiveniyle giden insanlar varmış, evlerinde dans baloları düzenler, şıkıdım şıkıdım takılırlarmış yani. Sonra bir de kendi aileme bakıyorum, dördümüz de şortlarla koltuklara yayılmışız, tatlı yiyip Modern Family izliyoruz falan. Babama "lordum" dediğimi, anneme "günaydın, hanımefendileri bugün nasıllar?" dediğimi, abimi görünce reverans yaptığımı falan hayal ediyorum acayip gülüyorum. Böyle hiyerarşi olmayan, sınırları aşmış bir ailede olduğum için mutluyum da; an geliyor o öğlen büyükannesine çay içmeye, çok pardon "çay partisine" giderken bile 1,5 saat saçını başını yaptıran, tüllü pullu kabarık elbiselerini giyen 18.-19. yüzyıl kızlarından biri olmak istiyorum. Bir de kültürel ve sanatsal anlamda altın çağın yaşandığı gerçeği var, basit bir taşra kızı bile günlerini kitap okuyarak, piyano çalarak, Fransızca öğrenerek geçiriyor, var sen düşün soylu aile kızlarını. Tam anlamıyla sanata doymuşlar. Ya da 16. yüzyılda yaşayan bir bilim kadını olup adımı tarihe altın harflerle yazdırmayı da çok isterdim. Sonuçta günümüzde bilimle uğraşan bir kadın olmak o zamanlardaki kadar özel, büyük ve farklı bir şey değil.
Özendiğim yeni çağ kadını imgesi aşağı yukarı böyle bir şey

Sadece Downton Abbey değil, Midnight in Paris, Pride and Prejudice, Sense and Sensibility, Woody Allen filmleri, Audrey Hepburn filmleri, yeniçağ Avrupa’sını, 1900’ler Amerika’sını anlatan bütün filmler bana yanlış çağda yaşadığım duygusunu yaşatıyor. Hatta That ‘70s Show bile. Midnight in Paris’de “altın çağ” kavramı vardı, yaşanmak istenen çağ yani. Bu film hakkında Ekşi’den biriyle konuşurken, belki de geçmişte yaşamaya bu denli özenmemizin nedeninin şimdi yaşadığımız çağdan memnun olmamamız, geleceğe dair karamsar beklentilerimizin olması, geçmişse zaten yaşandığı için, iyi-kötü tüm yönlerini bilmemiz, bizi şaşırtmayacağı/hayal kırıklığına uğratmayacağı olduğuna karar vermiştik. Ve sonuçta hiçbir zaman daha iyiye gitmiyoruz. Her şey gün geçtikçe daha da bozuluyor sadece. O yüzden benim altın çağım rönesans dönemi de olabilir 70'ler de, sadece bu çağ olmadığı kesin.

Nasıl ki Ptolemy'nin dünya'nın evrenin merkezinde olduğunu öne sürdüğü Geocentric modeli, Copernicus'in evrenin merkezinde güneş olduğunu söylediği Heliocentric modeli varsa, benim de Cansucentric modelim var. Narsistlik ya da megalomani gibi geliyor ama aslında narsistlikten ziyade, her ne kadar ben bu ismi astronomik sistemlere dayandırarak açıklasam da, olayın orjinali psikolojide zaten "egocentric" diye geçiyor. Mantık aynı, latince aynı, heheh. Neyse, sık sık evrenin benim için yaratıldığı, benim dışımdaki şeylerin de sadece etkileri bana yansısın diye var olduğu, benim bilmediğim ve öğrenmeyeceğim şeylerin de zaten var olmadığı, benim iyiliğim için yolunda giden olaylar zincirlerinin tesadüfler değil, zaten bana özel yapılmış olması gibi eminim bana psikanaliz yapacak birine epey malzeme çıkaracak düşünceler peydah oluyor. Elbette bu düşüncelere kayıtsız şartsız bağlı değilim, evrenin tek hakimi benim gibi bi Tanrı kompleksim yok. Sadece hayatımın merkezinde "doğal olarak" kendim olduğum için bana göre ve benim algıladığım kadarıyla da en önemli varlık benim, evren, hayat vs. benim için yaratılmadıysa da aksine inanmamı sağlayacak bir şey yok sonuçta. Bence yani.

Hayattaki en büyük derdimin, Futurama'nın indirdiğim bölümlerle altyazısının tutmaması, dizimag'dekinin de imdb'deki sıralamaya uymaması olduğu günler hiç bitmese keşke. Gerçi düşündüm de, bu baya da büyük bi dert, bu derdimin de olmadığı günler gelsin. 


12 Temmuz 2013 Cuma

Yedik biz onu

Bugün bisiklet aldıkk ^_^ Bundan tam 4 yıl önce taşınırken annem bisikletimi vermişti ve o zamandan beri bir kez bile bisiklete binmemiştim. Hayatında ilk kez bisiklete binecek bir çocukmuşumcasına heyecanla bekliyorum bisikletimi. Yarın gece 11'de teslim edeceklerini söylediler. Çeşme'ye kadar getirdikleri için saat kaçta getireceklerine bir şey diyemedik tabii.

Edit: ben bunu yazdıktan sonra telefon çaldı, bisikletleri bu gece 11'de getirmeye karar verdiklerini söylediler ve geldi! Kavuştum bisikletime hehe ^_^

Benim ebeveynlerim pazarlık yapmayı bilmiyor. Hâl böyle olunca, alışverişlerde "uyuz müşteri" ben olmak zorunda kalıyorum. Hayır kalkıp Koton'un kasasında pazarlık yapalım demiyorum, pazarlık yapılması "gerekli olan" esnaf alışverişlerinden bahsediyorum. Bugün babam, babamın kankası Charlie, annem, ben gittik bisiklet almaya. 2 tane alacaktık, seçtik, beğendik, özelliklerini dinledik falan. Adam tam fiyat çıkartacak baktım babamlar kendi aralarında gülüp eğleniyor, satıcı adamla ben bakışıyoruz. "Ehe, ikisi ne kadar demiştiniz? Hımm 2 tane alıyoruz diye indirim yok mu? Peki nakit ödesek?" gibi cümleler kuruyorum, babamlar olaydan kopuk vaziyette. Ben pazarlık yapmaya çalışınca adam "Ben şimdi babana ameliyata gitsem, pazarlık yapacak mıyım?" diyor. "Hayır, çünkü ücretleri babam değil hastane belirliyor" diyorum. Adam bunun üzerine süper bir bağlantı kurarak nerede okuduğumu, hangi bölümde okuduğumu soruyor. Söylüyorum "Bu arada nakitte yüzde kaç indirim diyodum?" diyorum. Adamla birbirimizden hoşlanmadığımızı bakışlarımızla belli ediyoruz. Babamlar hala bizimle ilgilenmiyor. En son "Kredi kartı mı nakit mi, heeyoo?" diye ilgilerini çekiyorum. Adam babama "Kızınız mı ödeyecek, sıkı pazarlık yapıyor burda benle" diyor. "Benim ödememe gerek yok, babamın parası diye rahat harcayacak değilim" diyorum. Normalde böyle ukala davranmazdım ama adamın tavrı çok rahatsız etti. Sonuçta benim ikna edebildiğim azzzıcık indirimle aldık.

Pek çok esnafta bu "pazarlık payı bırakma" olayı var, ben de bunu bildiğim için uğraşıyorum, yoksa adamların hak ettiğinden az para kazanmasını neden isteyeyim? Bazı alışverişlerde pazarlığın gerekli olduğunu, pazarlık payı gerçeğini 11 yaşımda keşfetmiştim. Hiç unutmam, annemlerle Kemer'deyiz. Hediyelik eşyalar, yazlık kıyafetler falan da satılan tam bir turistik dükkana giriyoruz. Yazlık bir elbise beğeniyorum, dükkanın sahibine "Bu ne kadar?" diyorum. Adam da "25 milyon" (milyon tabi o zaman) diyip hemen ardından "ama sana 20 olur" diyor. Saf saf  "Ama beni tanımıyorsunuz kii?" diyorum. Adam gülüyor, bu klasik "sana şu kadar olur" lafını sorgulayan bir ben çıktım heralde. Onun üstüne birkaç gözlem yapınca, satıcıların ilk kez gördükleri bir insana kaşı-gözü için indirim yapmayacağını, pazarlık payı diye bir pay olduğunu keşfettim.

Ekşi'de "evde civciv beslemiş efsanevi nesil" başlığını gördüm, duygulandım yine. Daha yakın zamanda Burcu'ya anlatmıştım bunu, travmam canlanmıştı yeniden. Biz küçükken annem-babam çalıştıkları için abimle bana ananem bakıyodu. Abim nerden estiyse civciv almak, ananemin balkonunda bakmak istedi. Pazardan 6 tane civciv aldık. (Pazardan tabi, petshop'tan olcak hali yok ya). Geldik bi kartonun içinde besliyoruz, o zaman ben 6, abim de 9-10 yaşında işte. Neyse ne kadar zaman geçti bilmiyorum da artık "piliç" denen mertebeye ulaştılar yani değil kartona balkona bile sığmıyorlardı. Babamın da teyzesinin çiftliği var o zaman, onlara verelim orda büyüsünler diyorlar. Aradan yine ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum ama biz civciv, çok pardon artık tavuk ve horozlarımızın orada yaşadığını zannediyoruz. Bir bayram günü babamın teyzesine ziyarete gidiyoruz. Kimse bize acı gerçeği söylemediği gibi teyzeyi de uyarmıyor. Gider gitmez "Hatice teyzeeeee, civcivlerimiz nerdee?" diyorum. Teyze gayet sakin "E kızım kestik ya biz onları, etinden yolladık size de" diyor. Kanımız donuyor. Öldürmüşler civcivlerimizi. Etini de bize yollamışlar. Abi travmaya bakar mısın, evcil hayvanımı pilavıma katmışlar?! Yaptın bi vahşet cesedini yollama bari... O gün bu gündür nerede civciv görsem ya da civciv lafını duysam, kendi evcil hayvanımı kim bilir hangi akşam yemeğinde afiyetle yediğimi düşünüyorum. Üzülüyorum.

Şunları yediğimi düşündükçe, hayranlık duyduğum doğa kanunlarından soğudum


10 Temmuz 2013 Çarşamba

Akışkanlık

Bugün annemle Daisy adlı Kore yapımı bir film izledik. Film boyunca dedim ki "Yahu bu adam aynı A Moment to Remember'daki adam, kadın da My Sassy Girl'dekinin ikizi gibi. Yo hayır Cansu, bu ırkçılığı yapmış olamazsın, bütün Asyalılar birbirine benziyor, hatta trafikte de kötüler değil mi? Çok ayıp. Ama çok benziyor yaa" diye diye kendimi yedim, sonra bi de baktım ki cidden adam da kadın da tahmin ettiğim kişilermiş. İşin tuhafı ben hayatım boyunca topu topu 3 Kore filmi izledim, onların da oyuncuları ortak çıktı, artık Kore sinemasında oyuncu kıtlığı mı var, ben mi bir şekilde denk getirdim bilmiyorum. Bu arada, bu filmlerin içinden ennn çok A Moment to Remember'ı tavsiye ederim.
Daisy, bir kiralık katil, bir polis ve bir ressamı anlatıyor.

Bugün o blog senin bu blog benim gezerken, çok alakasız bir blog'da bir yazının başlığının çok sevdiğim bir insanın sözü olduğunu fark ettim. İşin tuhafı bu çok sevdiğim insan öyle Oscar Wilde falan gibi aforizmalarıyla ünlü biri değil, bildiğin benim arkadaşımdı. Aslında sadece adı yazıyordu, soyadı yoktu ama o cümle ve o ismi görünce bütün stalker güdülerim harekete geçti, hummalı bir araştırma sonucu hakikaten o blog yazarının benim arkadaşımın arkadaşı olduğunu ve sözün de ona ait olabileceğini fark ettim. Hem arkadaşımın özgünlüğüne hayran kaldım, hem de "oha ama nasıl yani, bu blog çok alakasız çıktı benim karşıma, nası oldu ki bu şimdi?" diyip durdum. Blog'a kusturana kadar şu cümleyi kazıyacağım ki; "dünya çok küçük". Bazen "Acaba ben mi çok insan tanıyorum da onlar da çok insan tanıyor da öyle öyle herkesle bir bağlantım çıkıyor? Acaba bugün rastgele yoldan birini çevirsem ve çok zorlasak ortak bi tanıdığımız çıkar mı? Ama bunu doğup büyüdüğüm şehirde yapmak mantıklı değil, daha önce ayak basmadığım bi şehre gidersem ilk bunu deniycem" diyorum, ama insanların beni deli sanmaması adına yapmayacağımı biliyorum.

Hala yoğun bir şekilde okulun tanıtımına devam ediyorum, üstelik tanıtım grubunda falan da değilim ama internet başından da olsa onlar kadar çalışıyorum. Ben okulumda cidden mutluyum, doğal olarak iyi yanları benim için daha fazla olduğundan bunları çok anlatıyorum. Ama reklamını yapmıyorum sonuçta, tercih döneminde fikrimi soran hiç kimseden okuldaki kötü bir şeyi gizlemedim hatta "yani şu iyi ama mesela şöyle de kötü bir şey var" diye kendim anlattım, sonuçta o insanın okula gelmesi benim için hiçbir şey değiştirmeyecek, okuldan kimse bana "aferin Cansu, x ve y senin referansınla Sabancı'yı seçmeye karar vermiş, seni mütevelli heyete alıyoruz" demeyecek. Kaldı ki okulumu harikalar diyarıymış, düşler ülkesiymiş, ütopyayımış gibi anlatsam da bu insanlar 2 ay sonra gelecek, olan biteni görecek kimi kandırabilirim ki? Canımı sıkan sadece üniversiteyi kazanacak seviyeye gelmiş insanların ciddi ciddi "yani tabi özel okul olduğu için, devlet okuluna göre daha rahattır" demesi. Hani o derslere girmeden, o ödevleri yapmadan, o midterm'leri ve finalleri vermeden bize diploma verdikleri yok da, öyle olsaydı bile "satın aldığımız" diplomalarla iş hayatında ya da akademik hayatta doğal seleksiyonla elenirdik bence. Korkmaya gerek yok.

Facebook, ekşi sözlük, twitter, blog falan derken sosyal medyanın kölesi olmuş biri olarak ara ara bu "sosyallikten" sıkılmamı da oksimoronik bulup özeleştiri yapıyorum. Tamam bu kadar her mecrada "paylaşmak" benim seçimim ama an geliyor kendimi kapatmak istiyorum ve doğal olarak bu normal zamanda "paylaşımda bulunduğum" insanlar benimle bir şeyler "paylaşmaya" devam etmek istiyorlar. Arkadaşlarımı cidden çok seviyorum, 'bi kısmıyla' muhabbet etmekten de çok zevk alıyorum ama bazen de en azından dışarı çıkmadan evde oturduğum bir günü ailem dışında kimseyle iletişimde bulunmadan tamamlamak istiyorum. Bu "bana mesaj atmayın" falan da demek değil, canım konuşmak istemediğinde zaten ne telefonuma ne facebook'uma bakıyorum, baktığımda ve cevap verdiğimde de zaten istiyor oluyorum. Ama bence insanın arada da olsa asosyal olmaya hakkı olmalı. Ve bunun illa depresyon ya da birilerine kızgın olma gibi bir nedeni olmasına gerek yok bence. Hı ama bu "el altında olma" durumuna kendim de çok alıştığım için,  öyle bir çağa doğduğumuz için, aniden bütün sosyal medya hesaplarını kapatan bir arkadaşımın ölmesinden falan korkabiliyorum da.

Tabi böyle iletişimden uzak, yalnız kalmaya ihtiyaç duyulan zamanlarda da kendi kendine alakasız şeyler kurmamak ya da sıkılmamak için bi uğraş lazım. Hazırlıkta ilk gördüğümüz konu Csikszentmihalyi adlı bir psikoloji profesörünün "Flow Theory"siydi. Temelde diyordu ki, zihni meşgul edecek bir uğraşla ilgilendiğinizde zaman adeta su gibi akıp gider (flow burdan geliyo zaten) ve bu "flow aktivitesi"nden başka bir şeye de odaklanmazsınız. Bunu çok sinirli ya da çok üzgün ya da çok heyecanlı olduğumda değerlendirmeye karar vermiştim. Mesela benim kendi flow aktivitelerim bilgisayarda oyun oynamak, dizi/film izlemek, kitap/entry/blog okumak bir de ders çalışmak ama o her zaman tutmuyor. Yüzmek de yılın sadece 3 ayına özgü olduğu için saymıyorum ama kafa dağıttığı bir gerçek. Csikszentmihalyi bey resim yapmak, puzzle yapmak, sudoku çözmek falan da demiş. Bu "bir sorunun çözümü onu düşünmemektir" diyen teoriye katılmakla birlikte, yine bir iç tutarsızlık yaşayıp, kötü bir olay olduğunda "o sorunun üstüne gitmek" şeklindeki kendi yöntemin de arkasında duruyorum. Duruma göre ikisi de işe yarar bence.

9 Temmuz 2013 Salı

Bir parta buresi üstünde

Sağır-duymaz-uydurur misali çocukken o kadar çok şarkının sözünü yanlış anlayıp kendime göre uyarladım ki, istemeden müzik dünyasına oldukça orijinal eserler katmış olabilirim. Neyse, bunlardan biri de Teoman'ın Paramparça şarkısıydı. Teoman'ın orada "bir bar taburesi üstünde" dediğini "bir parta buresi üstünde" olarak anlayan tek insan da ben değilmişim, içim rahatladı. Bu şarkı da dün doğum günüm olmasından mütevellit geldi aklıma, başka "bugün beniiim doğuum günüüüm" diyen bir şarkı bilmiyorum çünkü.
Doğum günlerine haddinden fazla önem veriyorum. Daha doğrusu, bence haddinden fazla diye bir şey yok, doğum günleri önemlidir. Doğum günlerini süslü, güzel cümlelerle kutlamayı severim, herkesten böyle bir şey beklemiyorum tabi ki. Kısacık bi "mutlu yıllar" bile mutlu edebiliyor sonuçta. Çok da zor değil, değil mi? Aklında tutmaya bile gerek yok, facebook'un sağdan pembe bi pasta sembolüyle "bugün x'in doğum günü, hadi kutla da sevinsin" diye hatırlatması var zaten. Benim mesela görsel hafızam berbattır, aynı insanla 5 kez tanışmışlığım artık ayıbın sınırlarını zorlamışlığım falan var ama saçma derecede iyi bi tarih hafızam var. Telefonların ajandaları, facebook falan derken çok da işe yarar bi meziyet değil artık ama demek istediğim ben sadece 1 kez gördüğüm insanın bile doğum gününü duyduğum için aklımda tutuyorum diye karşımdakinin de aynı şekilde hatırlamasını da beklemiyorum. Ama hasbelkader birinin doğum günü olduğunu öğrendiysen kısacık bir iyi dileklerinle bezeli, sevgini gösteren bir mesaj atmak zor bir şey değil. Doğruya doğru, normal zamanda kendiliğimden bir arkadaşıma "seni seviyorum" ya da "iyi ki varsın" dediğim çok nadir oluyor. Hatta o da genelde bir olaydan dolayı oluyor. Doğum günü gibi bir fırsat varken, sevgini göstermek zor değil bence. Hayır sitem yazısı gibi oldu ama aslında kutlamasını istediğim/beklediğim herkes kutladı, hatta hiiiiç beklemediğim insanlar bile mesaj attı, çok tatlı mesajlar aldım, böyle şeylere seviniyor insan işte.

Doğum günümle ilgili elimden gelse değiştireceğim bir şey var, o da tarihini şöyle nisan ya da mayıs'a almak. Bu ta ilkokuldan gelen, üniversitede bile sınıfta doğum günü kutlamamızla devam eden bir istek. Yıllar yılı doğum günü çocuğunun annesi elinde pastayla girdi sınıfa, son ders onun doğum günü kutlandı, hep bir ağızdan "iyi ki doğduuun x" diye şarkı söyledik, sarıldık öptük, ilgi odağı, göz bebeği oldu. Bense bir kez bile sınıfta pasta kesemedim. Çünkü benim doğum günümde okul olmazdı ki sınıfın doğum günü çocuğu olayım. Hatta arkadaşlarımın çoğu tatilde olduğu için, ya da ben tatilde olduğum için şöyle toplu doğum günü kutlamışlığım da azdır. Bir de hiç sürpriz doğum günü yapılamıyor doğal olarak bana. Duygularıma tercüman şu post'u tam da dün 9gag'de gördüğümde buruk bir sevinç yaşadım: 



Bugün annemle Julie&Julia'yı izledik. Nazlı önermişti, kaç haftadır bi türlü izleyememiştim. Film temelde Julia Child'ın tariflerini deneyerek blog yazan Julie'yi anlatıyor. Konunun blog olması daha da bir ilgimi çekti tabi ki. Blog yazıyor olmasam heralde o filmden sonra başlardım, ama en azından inanılmaz bir yemek yapma aşkı doğdu içime. Ara ara farklı tarifler deneme heyecanım olur zaten ama toplasam 10 kez ancak yemek yapmışımdır. Tatlı yapmışlığım baya fazla ama, anneciğimin eşsiz tatlı tarifleri sağ olsun ^_^ Yine de Julia ilham verdi bana. Kadın 40 yaşından sonra yemek yapmayı öğrenip en ünlü aşçılardan biri olmuş yani. Bi de film gerçek hikayeden alınmış, izledikten sonra filmle ilgili bir şeyi sormak için Julie'ye tweet attım. Verified account'lardan ilk kez Grizzly Bear'a tweet atmıştım "Avrupa turnenize İstanbul'u ekleme şansınız var mı" diye, onlar da "Çok isterdik, ama sanmıyorum :(" demişti. Baya smiley falan koydular. Yirim. Neyse, Julie de cevap verdi, pek sevindim. Hatta Mina'ya söylemiştim, "tweet attım ama cevap vermez heralde" diye, şaşırttı beni. Aferin. :)

Bugün 1984'ü bitirdim. Dün Cnbc-e'de 1984'ün filmi varmış, dışarda olduğum için izleyemedim, gerçi kitabı daha bugün bitirdiğim için izlemezdim zaten. Sonra televizyona bağlı olmadığım geldi aklıma ve bir kez daha "iyi ki varsın torrent" dedim. Bu arada, 1984'ü kesinlikle tavsiye ederim. Günümüzdeki "kahrolası bağzı şeyler"e benzerlikler insanı karamsarlığa sürükleyebiliyor, ama kesinlikle okunması gereken bir kitap. Sırada Aylak Adam var.

Bir de babam bugün çocuk ruhlu olduğundan bahsederken "acaba baba olmaya hazır değil miyim" dedi. O kadar güldüm ki, hala gülüyorum yani. Hayır abim 23 yaşında, ben de dün itibariyle 20 yaşına girmiş biriyim ve babam hazır olup olmadığını düşünüyor. Aldırsak mı bizi napsak? Hehehe. Kendisi de 49 yaşında bu arada.

"Dünya çok küçük" benim belki de en çok kullandığım laflardan biri, çünkü aklımı durdurcak derecede ilginç tesadüfler çıkıyor ortaya. Bunda arkadaş çevremin de benim gibi ailesinin tayiniydi, okuluydu derken Türkiye'nin dört bir yanına dağılmasının da etkisi var. Bugün de, 1 yıldır RadyoSu'dan tanıdığım çocuğun aslında ortaokuldan arkadaşım olduğunu fark ettim mesela. Hayat.

7 Temmuz 2013 Pazar

İz

The Office'te 2. sezon 12. bölümde, Michael yatakta ızgara yaparken ayağını yakıyodu. Dün babam da mangal yaparken ayak başparmağını yaktığını söyledi. "allaam ne şartlar altında yemek yapılıyo burda? ne alaka ayak ve mangal?? " diye korktum tabi ama kömür düşmüş ayağına. Neyse yaraydı, yara iziydi falan diye konuşurken, kendi vücudumdaki kalıcı izleri sayıyım dedim. 3 tane var, gerçi ikisi yeni sayılır belki kalıcı değildir. Biri, sol kolumun dirsek kısmında, bu sene başında hayatımda 2. kez ütü yaparken oldu. İyi ki ilkinde olmadı, çok klişe olurdu çünkü. Diğeri, sağ kolumun dirsek kısmında, 7. sınıfta patenle kayarken hızla arkadaşımla çarpışıp yere düştüğümüz zamandan kalma. Belli belirsiz artık gerçi. Burdan çıkarılcak sonuç, bilinç altımda dirseklerimi sevmiyorum ve zarar vermeye çalışıyorum. Neyse 3. yara da sol bacağımda bir çizik, şenliğin ilk günü yerde duran faraşa çarpıp da çizdim. Kim koydu o faraşı çimlerin ortasına? Gerçi faraşa nası çarptım, cidden onla mı oldu hatırlamıyorum ama, 1,5 aydır o çizik orda, umarım geçer. Napıyım, öyle havalı havalı "Kore savaşında omzuma gelen merminin izi", "2. Dünya savaşında bacağıma saplanan şarapnel parçası" falan yok bende. Bence faraş ve ütüyle kendime zarar vererek adım adım ev hanımı oluyorum.

Faraş şu sopalı, içine çöp toplanan şey oluyo


Neyse çok alakasız bi konuya geçicem, bugün bi arkadaşıma anlattım, buraya da yazmak istedim. Okuma-yazma öğrenmemin hikayesi. Aslında bi hikayesi yok, çünkü nası öğrendiğim hala bi muamma. Şimdi, ben anasınıfına başladıktan 1-2 hafta sonra amcamlarla babaanneme gitmiştik. Mutfak camı buğuluydu, ben de cama "Babaannecim" yazdım. Sonra babaannem mutfağa gelince gösterdim "bak bunu ben yazdım diye". E inanmadı tabi, kuzenime yazdırdığımı sandı. Nası olduysa ben de işin peşini bıraktım, ısrar etmedim. O olaydan 1-2 hafta daha sonra, anneannemlerde yemek yerken, dedemin odasına gittim. Orada bi kağıda "ben yemek yemek istemiyorum" yazdım, anneme götürdüm. "Anne bak ben yazdım" dedim. Annem de inanmadı bana, o da dedeme yazdırdım sandı. Dedem "ben yazmadım, Cansu yazdı" dedi ama dedeme de inanılmadı, muhtemelen alzheimer hastası olduğu için yazıp unuttu zannedildi. Neyse bu olayın ertesi günü babam gazete okurken, okuduğu haberin başlığını okudum. Babam haberin başlığını bi yerden duydum, ezbere söylüyorum sandı. Başka bi sayfa açtı, "bunu da oku bakalım" dedi, okudum. Televizyonu açtı, alttan geçen yazıyı okumamı istedi, okudum. Kağıt kalem tutuşturdular elime, bi iki cümle yazdırdılar, yazdım. Daha ikna etmek için napabilirdim bilmiyorum. Ama işin tuhafı, kimse bana okuma yazmayı öğretmedi. Dedemle Çarkıfelek izleye izleye mi harfleri öğrendim, "Oku!" diye vahiy mi geldi, kendi kendime milleti gözlemleyerek mi öğrendim bilinmiyor. Tek kötü yanı, yazmayı kendim öğrendiğim için hala düzeltemediğim çirkin bi yazım var. "Kız yazısı" imajını tam anlamıyla ellerimle yok ettim. Gerçi yıllar geçtikçe daha okunaklı oldu, ben hep okuyodum zaten ama lisede hocalarımın çağırıp yazılı kağıdında ne yazdığımı okuyamadıklarını söyledikleri de oldu. O değil de, anasınıfında okuma-yazmayı bilen tek kişi olmanın az ekmeğini yemedim ama, egom tahmin edilemeyecek bi fazdaydı.

İnsanlara dizi/film önermeyi acayip seviyorum. Bi de mesela zamanla insanlara film önerdikçe beynimde o kişiye özel klasör açılıyo "bunu beğenmişti, bunu da beğenir" deyip beğeneceği filmleri tahmin edebiliyorum, çok güzel bişey o. Daha bugün Kaan'a boy boy dizi ve film önerdim, izledikçe feedback bekliyorum. Hı öneri yaptığım herkese şu notu ekliyorum ama "beğenirsen teşekkürleri kabul ederim, beğenmediğinden ben sorumlu değilim, ben çekmedim ki". Kendim film izleyeceğim zaman da birinin tavsiye ettiği filmleri izlemeyi seviyorum, referans önemli.

Bugün Kanaltürk'te Çemberimde Gül Oya'nın finali vardı. 2005 yılında televizyonda yayınlanırken kaçırmadan izlerdim, hatta uyuyakalmıyım diye cuma günleri eve gelince uyurdum falan. Sonra, bu kış yine oturdum baştan sona izledim. Nasıl bir coşkuyla, bağlılıkla izlediğimi en iyi Mina bilir ;) Ve kesinlikle, Türk televizyon tarihindeki ennn başarılı, en güzel, en gerçekçi, en samimi dizi olduğunu söyleyebilirim. Çağan Irmak samimi işler çekmede çok başarılı. Özellikle Ege'yi anlatan dizi ve filmlerinde kendimi evimde gibi hissediyorum. Komşum olan, akrabam olan, İzmir'deyken her gün gördüğüm insanları almış filme çekmiş gibi. Çemberimde Gül Oya'nın finalinde, Yurdanur, alzheimer hastası annesine "sen de bu ülke gibi unutmayı seçtin, değil mi anne?" diyordu. Unutmayı seçen bir ülke. Türkiye'nin yıllardır değişmeyen gerçeği.


Tam 40 gün oldu bugün Gezi Parkı Direnişi başlayalı. 40 günde hiç mi ders alınmaz? Yaralanan, ölen gençlere üzülmeyecek, eylem yapana zarar vermeyi hak olarak görecek kadar vicdanını ve insanlığını nasıl kaybeder bir insan? Ilımlı davranıp insanların kalbini kazanmak daha kolay değil mi? Zaten nasıl da unutmaya hazır bir toplumuz her şeyi. Bir zeytin dalı uzatılsaydı, o kadar can yanmasaydı. İşi inada bindirince, daha şiddetli müdahale gösterdikçe, insanların daha kalabalık, daha büyük bir bağlılıkla geldiğini görmek için 40 gün yetmez miydi? Umarım acil yardıma ihtiyacı olan hastaya yardım ettiği için gözaltına alınan doktorları, mesleği gereği insanları savunan avukatların yaka paça adliyeden alınıp sorgulandığı, bir piyanonun bile suç unsuru sayılıp günlerce alıkonduğu, bir sanatçının halk direnişinin lideri görülüp bizzat başbakan tarafından hedef gösterildiği, buna karşın birini öldüren polisin serbest bırakıldığı, daha dün elinde satırlarla İstiklal'e inen gözü dönmüş insanların ifadesi alınıp bırakıldığını hiç unutmam. Umarım birkaç günlüğüne de olsa Taksim'de komün hayatın yaşandığı, insanların birbirine yiyecek-içecek ikram ettiği, kütüphane kurup evden kitaplarını getirip koyduğu, çadırlar kurup birlikte şarkı söylediği güzel günleri, hiç tanımadığı insanı yaralanmak pahasına koruyan güzel insanları da unutmam. Özellikle son 7 yıldır, yurtdışında yaşamanın cazip gelen onlarca özelliği bir yana, Türkiye'de yaşamaktan bıkmıştım, tatile gittiğim ülkelerdeki insanları o kadar kıskanmıştım, geleceğe dair bütün planlarımı gitmek üzerine kurmuştum. Şu son 40 gün o kadar garip ki, hem bu ülkeye, bu insanlara inancım, sevgim, bağlılığım arttı; hem de artık toparlamanın gittikçe zorlaştığı, insanların bizzat devlet eliyle bölündüğü, ötekileştirildiğini gördükçe umutsuzluğum da arttı. Nasıl biter ya da biter mi bu direniş bilmiyorum ama tek isteğim, yüzlerce insanın boş yere yaralanmamış, 5 kişinin boşuna ölmüş olmaması.

5 Temmuz 2013 Cuma

Enjoy it now because after college it's called alcoholism

“Umarım her gün blog yazmaya devam ederim” dedikten sonra 2 gün bir şey yazmadım ama vurmadan önce bi dinle: önceki gün Such as için yazı yazdım. Bi güzel okulumu tanıttım. Yazı da Sabancı’nın kendi sayfası da dahil olmak üzere baya bi yerde paylaşıldı, inanılmaz hoşuma gitti. Bu da yazının linki: http://myweb.sabanciuniv.edu/suchas/2013/07/02/iyi-ki-sabanciliyim/. Sonra da Sabancı’yı düşünen 6-7 kişiye danışmanlık yapmaya adadım kendimi. Hatta ekşi’den tanıştığım birine tam 2,5 word sayfalık bir mail yazdım. Gerçi o mail’dan sonrakiler kolay oldu, çünkü hemen herkes benzer şeyleri merak ettiği için copy-paste yaptım cevaplarımı. İçlerinden birini potansiyel arkadaş olarak görüyorum yalnız, çok sevdim çok kafa dengi, onla daha bi ayrı ilgilenicem. O değil de, tercih döneminin gelmesiyle, ne bölüm seçimime, ne üniversite seçimime ne de şehir seçimime müdahale etmeyen ailemin değerini bir kez daha anladım. Abi ilk 1000’e girmiş çocuğun bölüm seçimine müdahale etmek nasıl bir mantık? O çocuk sırf ailesi oğullarının “daha bilinen, daha garanti” bir bölüme girmesiyle övünecek diye nasıl hayatı boyunca yapmak istemediği bir mesleği seçmeye zorlanabilir? 
Neyse, dün de yazmadım, çünküüüü Atilla mezun oldu! Efendim? Mikrofonu uzatır mısınız arkadaki hanımefendiye. Atilla kim mi? Atilla benim abim oluyor efendim. Kendisi kesinlikle benim rol modelim değil ama hasbelkader aynı ortaokuldan, aynı liseden mezunuz bir de büyük ihtimal aynı mesleği yapacağız, heheh. Evimizden çıkan ilk Bilgisayar Mühendisi (Arkasında 10 kardeş daha varmışcasına. Yok. Bi ben varım. Ama belki de bilgisayar seçmem. Daha 2 senem var zaten amaan) Neyse, Atilla bizim mezuniyet heyecanımızın yarısını bile paylaşmasa da birkaç gün geçince “oha, mezun oldum ben, üniversite bitti, en azından bir süre daha öğrenci değilim” farkındalığına ulaşmasını umuyorum. O değil de, ben mezun olmak istemiyorum yahu. Çok ciddiyim. Öğrenciliğin saymama gerek olmayan bütün güzellikleri bir tarafa, düşünsene iş hayatına başlayınca “ya ilk saate gitmiyim nolcak ki” deme şansı yok. “amaan bu hafta gitmeyivereyim, zaten yoklama alınmıyo, recitation yeter işte” deme şansı yok. Sırf bu da değil, iş hayatı genel olarak anlamsız bir biçimde korkutuyor beni. Kalabildiğim kadar öğrenci kalayım, lütfen.


Geçen gün babamın en yakın arkadaşı Charlie’ye günlük yazdığımdan bahsettim. O da 15-24 yaş arası her gün günlük yazmış. Hala da saklıyormuş günlüklerini. Ama şimdi okumaya bile dayanamıyormuş “yazdıklarım o kadar saçma geliyor ki, ben bu kadar aptal olamam diyorum okudukça” dedi. Bu benim de o kadar çok yaşadığım bir his ki. Mesela eskiden kendi kendime kısa öyküler ya da denemeler yazardım. Kimseye de okutmazdım. Ama birkaç hafta sonra mesela, bilgisayarda bulup okuyunca “ıyy hiç olmamış, ne saçma” deyip direkt silerdim. Aslında bunun geri dönüp “oha ne güzel yazmışım, şimdi olsa böyle yazamam” demekten daha iyi bir his olduğunu düşünüyorum. Çünkü demek ki son yazdığımdan beri gelişmişim, asla tekrar çıkamayacağım bir noktaya gelmemişim, kendimi aşmışım. Günlük de aynı mantık, geri dönüp “şimdi olsa asla bu kadar aptalca bir şey yapmam” demek bile iyi bir şey. Kendi yaptıklarına yıllar sonra bakıp aptalca bulmak kadar acı bir diğer şey de, artık hiç ya da hemen hemen hiç görüşmediği eski arkadaşlarına arada Facebook’tan, Twitter’dan falan bakıp “ben bu insanla zamanında ne paylaşmış olabilirim ki?” demek sanırım.

Burcu’dan sonra Mina ve Yeşim de blog alemine geri döndü! Dönmeleri için gaza getirmede etkim olduğu için nası mutluyum anlatamam.

Bugün ekşi’de “filmlere kişi adlarını türkçeleştirme zorunluluğu” diye bir sazan.avi girişimi vardı, başta “yapmayın abi, adamlara ilham vermeyin, dün olsa 1+1 evlerin yasaklanmasını troll girişimi sanardık, oluyo cidden böyle şeyler” dedim ama düşündükçe komik gelmeye başladı. Filmekimi’nde, İfİstanbul'da falan izlediğim bağımsız bir Fransız filminde “Muhittin, Abdülmacit, Hanife, Dürdane” falan görsem gülmekten ölürdüm heralde. Bu isimleri kesinlikle aşağılamak için söylemiyorum, belki o izlediğimiz filmlerdeki havalı gibi gelen isimler de bizim Dürdane’mize karşılık geliyordur, ama insan yadırgar haliyle. “Beni içsel yalnızlığımla baş başa bırak Abdülmacit.”

“Dexter’ı çıkar çıkmaz izlemeyeceğim, biriktirip en azından 3-4 bölüm olunca izleyeceğim” demiştim, çıkalı 5 gün oldu, hala izlemedim ve kendimle gurur duyuyorum. Hala bi spoiler’a da maruz kalmadım, çok mutluyum, çünkü ben en ufak bir spoiler da bile hayattan ve her şeyden bir anda nefret ediyorum. Ciddi ciddi sevdiğim bir dizinin, önemli bir bölümü hakkında spoiler yiyince spoiler veren kişiye benzer acıyı yaşatmak, diziyi bir daha izlememek, laptop’ı yerlere vurmak istiyorum. Kriz anı geçince “altı üstü bi dizi Cansu, yapma böyle” diyorum ama bence spoiler vermek bir insanlık suçudur, hele de dizi, film ve kitaplara haddinden fazla önem veriyorsanız. O değil de, Bruce Willis aslında ölüymüş, Darth Vader Luke'un babasıymış, bi de Bruce Wayne aslında Batman'miş.


Not: Yemeksepeti'ndeki "minimum paket tutarı" olan restaurantlara sinir oluyorum. Tamam, onlar da haklı, 10 tl'lik sipariş için benzin harcamaya değmez diye düşünüyorlar belki ama, yalnız başına yiyecek insan napsın? Belki zaten yalnız olmasa dışardan yemek söylemek zorunda kalmazdı değil mi ama? Biraz düşünceli olun...

1 Temmuz 2013 Pazartesi

Blog blog için midir, blog toplum için midir?

Ben bu blog’u açarken dedim ki; bu blog’u sadece kendim için yazıyorum, beğeni, tıklanma sayısı vs. blog’dan mutlu olmam için parametre olmayacak. Buna rağmen herhalde bir okunma içgüdüsü de peşimi bırakmamış olacak ki yazdıklarımı (bu da dahil) Facebook’ta paylaşmayı ihmal etmedim. “O okumuş mu, bu ne düşünmüş” diye umursamayacağıma kararlıydım, ama kendimi olumsuz yorumları umursamamaya hazırlamışım galiba, insan ister istemez hiç muhabbetinin olmadığı biri mesaj atıp “blog yazılarını takip ediyorum, çok güzel yazıyorsun” dediğinde, görüşüne çok önem verdiği insanlar post’u beğendiğinde, tık sayısının sürekli artmasında mutlu oluyor. Ne bileyim, ben mesela böyle öznel, böyle kişisel yazıları okumayı çok seviyorum, ama çok kişinin benim gibi olduğunu bilmiyordum. Ben istedim ki, birkaç yıl sonra dönüp baktığımda yazdığım dönemde neler düşündüğümü, neler hissettiğimi günlük okurcasına anımsayayım, ve aynı zamanda bu blog o kadar kişisel olsun ki okuyan biri sadece yazılarımdan bile beni az çok tanısın. Çünkü ilk yazımda bahsettiğim diğer 2 blog’da bu pek yoktu, kendimden pek bir şeyler katamamıştım.

Yeniden blog yazmaya ve böyle kişisel yazmaya karar vermemde en büyük etkenlerden biri, oturup 200’e yakın yazı bulunan (üstelik 2009-2011 arası yazılmış) blogunu deli gibi okuduğum Burcu’ydu. Ben Burcu’nun blogunu okuduğumda resmen onu artık tanıyor gibi hissetmiştim zaten. O garip bir his işte, mesela ekşi’de de bazen tanımadığım bi yazar belirleyip entry’leri arasında dolaşıyorum, dolaşmam bittiğinde hayatındaki en mutlu günü, çocukluk travmasını, hobilerini, sevdiği dizileri, geçmişteki aşk acılarını, siyasi/dini görüşünü, işte kendisinin paylaştığı kadar da olsa pek çok şeyi biliyor oluyorum, tanıyor gibi hissediyorum, ama o kişi beni hiç tanımıyor mesela. Eğer hiç tanımadığım biriyle haddinden fazla ortak noktam çıkarsa da inanılmaz mutlu oluyorum. Neyse, Burcu’yu da tanıdıkça blogundan tanıdığım insanla birebir aynı olduğunu (yani tabi öyle olcak da, kendini güzel anlatmış demek istedim) gördüğümde çok hoşuma gitti. İşte benim böyle yazmamda etken olan Burcu, bugün benim blog yazmamdan gaza geldiğini ve 2011’de yazmayı bıraktığı bloguna devam edeceğini söyledi! Karşılıklı birbirimizi gaza getirdik resmen heheh.

Kendimi bildim bileli kelimelerle aram iyi, yazmayı severim. Çoğunu kimseyle paylaşmadığım kısa yazılar yazardım eskiden. Birkaç kez kompozisyon yarışmasına yazı yollamışlığım ve kazanmışlığım da var. Ama mesela insan öylesine oturup ne blog, ne öykü, ne essay, ne entry ne bileyim tweet bile yazamıyor. Tamamen içinden gelmesi lazım. Bu ara benim içimden çok geliyor mesela, yazdıkça yazasım geliyor, aynı anda 2 blog için yazı hazırlıyorum, bir de kendim günlük tutuyorum. Şu halim ne kadar devam eder bilmiyorum ama umarım bu blogu günlük yazmaya devam edebilirim. 
Ayrıca çok enteresan ve hoşuma giden başka bir şey var; blog'u sadece facebook'ta paylaşmama rağmen uluslararası bi kimlik kazandı resmen. Şaka bi yana, farklı farklı ülkelerden blog'a uğrayanlar oluyor. Japonya ve Bahreyn'den girenlerin kim olduğunu öğrendim de diğerleri hala bir muamma: 


Bugün annemle tatlı alırken (iyi bir çocuk olursanız fotoğrafta camdaki yansımada tatlı seçen annemi görebilirsiniz) dükkanın camında aşağıdaki yazıyı gördüm. Satamadığı bayat ekmekleri bile bayat ekmekten köfte yapan teyzelere satan (bedava verse çok tatlı bi hareket olurdu bence) amcanın ticari zekasının yarısı bende olsaydı keşke.



Bir de bugün Çeşme-Macrocenter’da şu aşağıdaki hayvani boyuttaki şampanyayı gördüm. Başta süs olsun falan diye kondu sandım ama bildiğin satılıyormuş. Fotoğrafı Fulya’ya da yolladım “nasıl sallayıp açılır ki bu” dedim, kendisinin çözümü “asker uğurlar gibi 3-5 kişi havaya atıp tutuyodur” oldu. Heheheh.




Ayrıca bugün öss sonuçları açıklanmış. Yani bizim 8 günde yazılılarımız bile açıklanmazdı, 5 ayrı sınavı nasıl ÖSYM gibi bir kurum böyle kısa bir sürede açıkladı gerçekten merak ediyorum. Umarım hiçbir hata falan yapılmamıştır.