21 Eylül 2019 Cumartesi

Paylaşım

Blogspot'u takip eden sanırım kimse kalmadığı için, bu yazıma Facebook veya Instagram, yani sosyal medya hesaplarımdan biri üzerinden ulaştınız. Bu da demektir ki, sosyal medya ile bağlarımın hiç de azımsanmayacak bir ölçüde olduğunu zaten biliyorsunuzdur. Bu günlerde yine bu mevzuya kafa yormaya başlamışken, sosyla medya benim için ne ifade ediyor diye kendimi sorgularken, dedim ki bunu neden yazıya dökmüyorum. Çünkü "ee hani blog yazmaya dönmüştün" diyen canım arkadaşlarım var, halbuki ben yazacağım dedim eskisi gibi her hafta yazacağım demedim ki kehkeh; şaka bir yana, 3 hafta olmuş. Zaman hızlı geçiyor, onu da anlatırım.

Ben kendimi bildim bileli kameralara oynarım. Bunu web 2.0 araçları hayatımıza girmeden, oturup ailece kamera görüntülerini izlememiz dışında kimsenin görmeyeceği görüntüler çekilirken de yapardım. Seviyorum göz önünde olmayı, huyum kurusun. Gördüğüm her kameraya atlamak, poz vermek ya da deli gibi her anıyı biriktirme isteği bende default gelen bir özellik. E kamera aşkı tamam, anı biriktirme aşkı ekte, bir de göz önünde olmayı koyduk mu; sosyal medyanın hamuru benim için yoğurulmuş gibi bir şey çıkıyor ortaya. Ama fark ettim ki, benim göz önünde olma isteğim tamamen sevdiğim insanlar üzerine kurulu. Sevdiklerimin ilgisini çekmek istiyorum ben, bu yüzden nicelikle değil nitelikle ilgileniyorum, daha doğrusu "kaç kişi beğenmiş şu fotoğrafı" değil; "yakın arkadaşlarım görmüş mü" esas mevzu. Fotoğrafımın yüzlerce beğeni almasının bana takdir edersiniz ki bir getirisi yok; çünkü takipçi sayısı veya beğenileri üzerinden sponsorluk bulup para kazanan bir influencer değilim, öyle renkli bir hayatım da olamaz zaten. Lab'a gidip geliyorum, ev, spor, kurs falan, kedim var bi en çok o ilgi çekiyor Instagram'da sanıyorum ki; hah bir de yurtdışında master yapıyor olma detayı tabii. Aa erken yaşta evlenmem de çok ilgi çekmiş, evlendiğim dönemde takipçi sayım epey artmıştı. 1 ay sonrasında da zaten Hamburg'a taşındım derken; beni takip eden tanımadığım kişilerden gelen mesajlardan anlıyorum ki; en çok bu yurtdışı ve evlilik konusu ilgi çekmiş, insanların hayatına dokunmuşum. Çok çok güzel mesajlar aldığım oluyor, onlara içtenlikle çok mutlu oluyorum, alelade yaşantımla birilerine örnek olabileceğim gerçeği beni çok hayrete düşürüyor; ama tespit ettiğim şey şu oldu ki; ben esasen sosyal medyayı ailem ve arkadaşlarımla sürekli iletişim içersinde olmak için kullanıyorum.

Neleri paylaşıyorum en çok sosyal medyada? Gezdiğim gördüğüm yerleri, yaptığım şeyleri. Yediğimi içtiğimi de paylaşıyorum bazen, sokakta bir şey yiyip içmenin ayıp sayıldığı "alan var alamayan var" mentalitesiyle yetiştirildiğim için bu olay beni huzursuz etse de bunu da görselliğinden dolayı yapıyorum yaparsam. Gezdiğim gördüğüm yerleri, yaptığım şeyleri neden paylaştığım üzerine çok kafa yordum, saatlerce Esin'le tartıştık bu konuyu hatta. Hava mı atmak istiyoruz? Kendimizi ispat amacı mı taşıyoruz? Bakın ben de yaşıyorum, benim de güzel bir hayatım var deme ihtiyacı mı? Beynim hemen "HAYIR HAYIR" diyor ama eminim ki bunların da bir payı vardır. Ama sosyal medya alışkanlığım üzerine biraz geriye dönüp bakınca fark ettim ki; kullanımım en çok Hamburg'a taşındıktan sonra artmış. Bu hem yukarıda bahsettiğim paylaşmaya değer daha çok şeyim olmasından, hem de Eren hariç sevdiğim insanların hepsinden, baya baya hepsinden, bir anda uzağa taşınınca onlara hayatımdan haber vermek, onların yaptıklarını an be an takip edebilmek için artmış. Buraya taşınmadan önce hayatımın son 5 senesinde, arkadaşım olan insanların neredeyse tamamıyla bir kampüsün içinde yaşıyordum; hepsini her gün görüyor, hayatlarından zaten haberdar oluyor, bir şey yapılacaksa da onu hali hazırda birlikte yapıyor oluyordum. Sevdiğim insanlarla iletişim benim için gerçekten çok önemli, kedim kucağımda uyusa Whatsapp'tan aile grubuna gönderip haber veren, bakıcılığını yaptığım bebek ilk kez adımı söylediğinde Instagram'dan paylaşıp yetmez gibi tüm yakın arkadaşlarıma videosunu Whatsapp'dan gönderen bir insanım. Paylaşmadan, iletişim içinde olmadan duramıyorum, bu insanlarla zaten düzenli haberleşiyor oluyorum bu arada; sosyal medya işin ekstrası artık "hiçbir detay atlanmasın" kısmı. Varsa bir bağımlılığım, sosyal medyaya değil de sevdiğim insanlarla iletişimde kalmaya bağımlılığım var benim sanırım.

   Bu hipokrit de kim, aa benmisim

Yine de bağımlılık bağımlılıktır. Altında yatan amaç ne olursa olsun, iş benim sosyal medya app'lerinde uzun vakitler geçirmem, hayatından özel olarak haberdar olmak istediklerim dışında oradan buradan "ayıp olmasın" diye ekleştiğim, veya bir merak takip ettiğim ama artık alışkanlıktan takipten çıkarmadığım insanların da hayatına maruz kalmamla sonuçlandı. Beynime her gün, üniversiteden bir kere yemekhanede aynı masada oturduğum kızın hayatının her detayı, burada 1 hafta gittiğim Almanca kursunda tanıştığım şu an binlerce kilometre ötedeki memleketine dönmüş çocuğun hayatının her detayı; onun işi, bunun nişanı, şunun tatili, öbürünün kıyafet, ay bunun çocuğu mu olmuş, aa yediği şey ne ilginç görünüyor derken, beynimi o kadar çok datayla dolduruyorum ki, şunlara harcadığım zamanı tezime harcasam şimdiye....sdfgh şaka bir yana; farklı insan hayatlarına da meraklı olduğum için takip etmekten geri duramadığım insan sayısını törpüleyeyim en azından dedim. Bu kararı verdiğimden beri 50'ye yakın kişiyi takipten çıkardım. Eğer bu yazıyı okuyor ve size de bunu yaptığımı fark ettiyseniz nolur üstünüze alınmayın; her insan hayatı ilgi çekici ama bu benim kendimle mücadelem. Doğduğumdan beri 5 farklı şehirde yaşadım, 6 farklı okulda okudum, oradan buradan çevrem çok genişledi, tanıştığım herkesle anlamlı bir iletişim sürdürmek zaten mümkün değil.

Sıradaki mücadelem, paylaşımlarım üzerine olacak. Bu konuda ne kadar insiyatif alabilirim bilmiyorum, zira anı biriktirmeyi çok seviyorum ben. Gördüğüm hayata dair her güzel detayın fotoğrafını çekmek istiyorum. Balkonumuza kuş mu kondu, dökülen yaprakların rengi mi çok güzel, sevdiğim kahvenin sezonu mu geldi, çok sevdiğim arkadaşlarımla mı buluştum, ailemle bir yerlere mi gittik; bunu depolamam lazım. O an geçip gittikten sonra, dönüp bakıp mutlu olmak için görsele ihtiyaç duyuyorum ben. Bana güzel gelen şey başkalarına da güzel gelsin diye de paylaşıyorum, bahsettiğim gibi haberdar etmek için de paylaşıyorum, kendime online arşiv yaratmak için de. Bunların hiçbirinde sorun görmediğim için mücadele etmek çok zor, ama yanlış anlaşılma ve "hayatını insanların gözünün önüne sokuyor" sanılma korkusu da mevcut. Ayrıca kendi hayatını bizzat kendi ellerinle sosyal medya üzerinden bu denli afişe etmenin yarattığı bir huzursuzluk da var. Bu mevzuyu da düşünmek gerek.

Sosyal medya üzerinden arkadaşlık dinamikleri mevzusuna ise girmeyeceğim; zira bunu Eren 8 sene önce kendi blog'unda, bir blog yazısı değil akademik makale ciddiyetinde anlatmış, Facebook örneklemi üzerinden irdelemiş, o yazı için buraya tıklayın.

Atakan'dan blog yazısı önerileri gelmişti, bilahare onlara da geleceğim, sipariş alıyorum artık resmen hehe. Biri Almanya'da burslu master yapmakla ilgiliydi; bu konunun çok ilgi çektiğinin farkındayım çok mesaj aldım 2 yıldır. Bir yandan internette milyon tane bu konuda içerik varken ekstra bir şey anlatmama gerek var mı bilmiyorum, bir yandan da belki ben de ekstra bir bilgi ortaya koyarım diye düşünüyorum. Diğeri de baktığım çocuklara dairdi, toparlarsam anlatacağım onları da.

1 Eylül 2019 Pazar

Döngü

Tarih öncesi çağlardan beri, zaman kavramı kendine yer bulmuş ve insanlar zaman döngülerini takip etmiş, etmek zorunda kalmıştır. Yiyecek ve korunma ihtiyacı gibi ihtiyaçlardan başlayan bu olgu, tarım toplumuna geçişle ekinlerin hasat zamanını takip etmek, hayvanların göç zamanını gözlemlemek derken, bugün zamanı yüzyıllara, yıllara, aylara, haftalara günlere, okul dönemlerine, mevsimlere bölerek tarihsel takip yapmayı ve kendi hayatımızın kronolojisini kafamızda oturtmayı kolaylaştırdık. Öyle veya böyle, döngülerin başlangıçları da hepimizde bir heyecan doğuruyor. Okulun ilk günü, yeni yılın ilk günü, haftanın ilk günü için heyecan duyuyor, kararlar alıyoruz. Spor salonu üyelikleri yılın ilk günlerinde tavan yapıyor çünkü "bu yıl düzenli spor yapacağım" kararı dünyanın her yerinde aynı. Diyete pazartesi başlanır, hayatı değiştirecek kararlar doğum günleri veya yılbaşlarına denk getirilir. Kendinde memnun olmadığın şeyleri paketleyip, zamanı kategorilendirdiğin ölçüt hangisiyse, ister "geçen sene" olsun, ister "geçen mevsim", ister "geçen yıl", istersen "hayatımın ilk 25 yılı"; onu geride bırakıp yepyeni bir sayfa açmak insana kuşkusuz bir ferahlık hissi veriyor. 

Bugün eylül ayının 1. günü. Türkiye'de yaz mevsimi termometrelere göre devam etse de, iklim değişiklikleri mevsim konusunda kafamızı karıştırsa da, eylül sonbaharın geldiğinin habercisidir. Hamburg'da hava sıcaklığı çok ilginç gitti bu yaz. Temmuzda en yüksek sıcaklıklarının ortalaması 21 olan şehir, defalarca 35'yi gördü. Okullar, iş yerleri, kafeler, evler bu iklim değişikliğini ön göremediği için klimasız ve hatta normalde alabildiğine soğuk olan bu şehirde, içeriyi sıcak tutmaya yönelik inşa edilmiş. Ama adeta bıçakla kesilir gibi, 31 ağustostan 1 eylüle geçtiğimiz gece hava bir anda değişti. 31 ağustos, yani dün, hava sıcaklığı 31 dereceyken, akşam orman yürüyüşüne çıkarken şort giyerken, gece fırtına koptu, bugün en yüksek sıcaklık 19 derece, ve bir daha da ısınmayacak. Çünkü eylül geldi, yaz bitti.

Neyse konumuz "havalar da bu yaz ne sıcak gitti" değil, lafa döngülerden, yeni başlangıçlardan dem vurarak başlamamın esas nedeni, iş bu blog yazısının ta kendisi. Blog yazımın başlangıcına, blog yazısı yazmaya başlamamla başlayarak kendi içimde bir döngü yarattım ben de. Beni yakınen tanıyan, en başta elbette ailem, çok iyi biliyor ki, ben 5 yaşımda okuma yazmayı Çarkıfelek'ten öğrendiğimden beri, hep yazdım. Kağıtlara şarkı sözleri, şiirler yazdım. Elime bilgisayar geçince kendi romanlarımı yazdım. Sildim sonra onları, çünkü çocuktum ve dönüp yazdıklarıma bakınca gelen yabancılaşma hissiyle baş etmeyi bilmiyordum. Oysa ki masaüstü bilgisayarın rafında Osmanlıca-Türkçe sözlük tutup "Osmanlı döneminde geçen zamanda yolculuk konulu" kitap denemem bile vardı benim. Sonra deneme yarışmalarına katıldım ortaokulda, lisede, üniversitede. Dereceler aldım, iyi yazdığıma inandım ve inandırıldım. Üniversitede günlük yazdım, aynı aptallık devam ettiği için bir noktada onlara da yabancılaşıp hepsini attım. Nasıl ellerimle kağıtlara döktüğüm anılarımı bir kağıt geri dönüşüm kutusuna terk ettim bilmiyorum, ama her sene sonunda bir yurttan diğerine taşınırken artık neredeyse bir koli eden defterlerim hem madden hem manevi olarak bana yük olmaya başlamıştı. Bir de tabii, blog yazdım. Lisede diziler filmler kitaplar üzerinde yazdım, sonra burayı açıp kendi hayatımdan, düşüncelerimden kesitler yazmaya başladım. Kim neden alelade Cansu'nun fikirlerini okumaya zaman ayırmak istedi bilmiyorum, ama ayırdınız, okudunuz canım dostlarım, ailem ve hatta samimi olmadığım ancak oradan buradan paylaşmamı görüp de gelen, ara ara mesaj atıp blog yazmamı isteyen güzel insanlar. "Kendi değerimi başkalarının düşünceleri üzerinden anladığım" söylendi bana, o yüzden siz fikrinizi söylemeseniz, ben güzel yazacağımı düşünmeyecektim. Daha birkaç hafta önce, önce Atakan, ardından Mina "en üzücüsü senin yazmayı bırakman oldu" demese, yine yazmaya devam etmeyecektim. Hasibe, bilinç akışını kağıtlara dökmenin ona getirdiği rahatlığı anlatmasa, yazma fikri yine bana gelmeyecekti. Madem ben kendi değerini başkaları üzerinden gören biriyim, yazdıklarımı kimsenin okumadığı bir platformda paylaşmak beni tatmin etmeye yetmez elbette. O yüzden günlük değil blog yazıyorum. Okuyan oluyor, kendinden bir şeyler bulduğunu söyleyen oluyor, bunun yarattığı tatmin duygusundan vazgeçemiyorum ben. Ama günlük muamelesi de yapıyorum buraya, dönüp kendi yazdıklarımı da okuyorum, 6-7 yıl önceki düşünce sistemimle bugünkü arasındaki benzerlik ve farkları tespit edebileceğim mecra en çok burası. Instagram'dan anılarımı takip ediyorum, Twitter'dan zamanında yaptığım şakalara tekrar gülüyorum, en çok dönüp kendimi stalk'luyorum ben yine yani.

Bu sabah evde yalnızdım. Master tezi dönemimin başladığı, haftaiçi her gün sabahtan akşama kadar lab'da olduğum, akşamlarımın Almanca kursu, bebek bakma ve başka aktivitelerle dolu olduğu, üstüne bol bol okumam ve yazmam gereken (akademik makalelerden bahsediyorum, ama blog yazıyorum hehe) bir döneme girdim. Yoğunum, daha da yoğun olacağım, geri kalan zamanlarımı hep sosyalleşerek geçirdiğim için evde geçirdiğim vakitler çok kıymete bindi; Eren'le ev rutinlerimizden tarifsiz bir keyif alsam da, evde yalnız kaldığım birkaç saat de oldum olası keyif vermiştir bana. Tabii ki evimizde 1.5 yıldır yaşayan tüylü turuncu kafalı bir canlı varken, aslında asla yalnız değilim. Rahatlatıcı, kafa boşaltıcı bir sabah yaşamak istedim. Kahvaltımı yaptım, Simpsons'ımı izledim, internette boş boş dolandım. Sonra tütsümü yaktım, kendime yasemin çayı demledim, Tidal'den (evet, Spotify'dan Tidal'e transfer olduk ailece, listeleri Spotify gibi değil ama ses kalitesi tartışılmaz, ama zaten konu bu değil) Zen Garden isimli çalma listesini açtım, koltuğa uzandım, bulutlu bir sonbahar havasının tadını çıkarayım şöyle hiçbir şey yapmayayım dedim. Lakin meditatif müziklere illa ki kuş cıvıltıları koyanlar, evde kedi yaşayabileceğini hesap etmemişler. Nova kuş cıvıltısı duydukça av moduna girdi, gözleri kocaman olup oradan oraya zıplamaya, hoparlöre atlamaya falan başladı. Tumblr'dan fırlamış kedili, huzurlu, minnoş sıcacık ev ortamları yalan yani sevgili dostlar, en azından benim kedimle yalan, Hasibe'nin kedileriyle erişilir o ambiyansa mesela. Baktım bu çocuk rahat vermeyecek, hadi dedim gel bari oynayalım sen de at enerjini. Onca oyuncağının içinde en sevdiği oyuncak olan gazete kağıdını buruşturup koli bandıyla şekil verdiğimiz topuyla evin içinde koşturmaya başladık. Uzak bi yere gidince haspam gitmiyor peşinden, ben daha çok koşuyorum tabii. Zavallı tütsü bi kenarda yandı yandı bitti, çayı zaten tamamen unutmuşum buz oldu, mikrodalgada ısıttım iyice saçma bişey oldu falan, kalmadı ortam mortam. Ha dünyanın en şapşal kedisiyle oynamak da meditatif bir eylem mi; hem de en alâsından (şapkayı bu a'nın üstüne mi koyuyoduk ya herhalde öyledir). Neyse neye niyet neye kısmet, burdan nasıl yazmaya başladığıma bağlayacaktım ama o arada şuraya bir Nova fotoğrafı iliştireyim dedim iyice dağıldım, zaten tabii ki klavye tıkır tıkır ettikçe de Nova koluma atlayıp duruyor, bence Nova'yı artık tanıdınız, şu fotoğrafları yapıştırıp buradan ayrılıyorum. Söz geri döneceğim, ne de olsa ayın ilk günü yeni başlangıç yaptım ben.


   

     Cute,                                                          but psycho,                                         but cute