5 Temmuz 2013 Cuma

Enjoy it now because after college it's called alcoholism

“Umarım her gün blog yazmaya devam ederim” dedikten sonra 2 gün bir şey yazmadım ama vurmadan önce bi dinle: önceki gün Such as için yazı yazdım. Bi güzel okulumu tanıttım. Yazı da Sabancı’nın kendi sayfası da dahil olmak üzere baya bi yerde paylaşıldı, inanılmaz hoşuma gitti. Bu da yazının linki: http://myweb.sabanciuniv.edu/suchas/2013/07/02/iyi-ki-sabanciliyim/. Sonra da Sabancı’yı düşünen 6-7 kişiye danışmanlık yapmaya adadım kendimi. Hatta ekşi’den tanıştığım birine tam 2,5 word sayfalık bir mail yazdım. Gerçi o mail’dan sonrakiler kolay oldu, çünkü hemen herkes benzer şeyleri merak ettiği için copy-paste yaptım cevaplarımı. İçlerinden birini potansiyel arkadaş olarak görüyorum yalnız, çok sevdim çok kafa dengi, onla daha bi ayrı ilgilenicem. O değil de, tercih döneminin gelmesiyle, ne bölüm seçimime, ne üniversite seçimime ne de şehir seçimime müdahale etmeyen ailemin değerini bir kez daha anladım. Abi ilk 1000’e girmiş çocuğun bölüm seçimine müdahale etmek nasıl bir mantık? O çocuk sırf ailesi oğullarının “daha bilinen, daha garanti” bir bölüme girmesiyle övünecek diye nasıl hayatı boyunca yapmak istemediği bir mesleği seçmeye zorlanabilir? 
Neyse, dün de yazmadım, çünküüüü Atilla mezun oldu! Efendim? Mikrofonu uzatır mısınız arkadaki hanımefendiye. Atilla kim mi? Atilla benim abim oluyor efendim. Kendisi kesinlikle benim rol modelim değil ama hasbelkader aynı ortaokuldan, aynı liseden mezunuz bir de büyük ihtimal aynı mesleği yapacağız, heheh. Evimizden çıkan ilk Bilgisayar Mühendisi (Arkasında 10 kardeş daha varmışcasına. Yok. Bi ben varım. Ama belki de bilgisayar seçmem. Daha 2 senem var zaten amaan) Neyse, Atilla bizim mezuniyet heyecanımızın yarısını bile paylaşmasa da birkaç gün geçince “oha, mezun oldum ben, üniversite bitti, en azından bir süre daha öğrenci değilim” farkındalığına ulaşmasını umuyorum. O değil de, ben mezun olmak istemiyorum yahu. Çok ciddiyim. Öğrenciliğin saymama gerek olmayan bütün güzellikleri bir tarafa, düşünsene iş hayatına başlayınca “ya ilk saate gitmiyim nolcak ki” deme şansı yok. “amaan bu hafta gitmeyivereyim, zaten yoklama alınmıyo, recitation yeter işte” deme şansı yok. Sırf bu da değil, iş hayatı genel olarak anlamsız bir biçimde korkutuyor beni. Kalabildiğim kadar öğrenci kalayım, lütfen.


Geçen gün babamın en yakın arkadaşı Charlie’ye günlük yazdığımdan bahsettim. O da 15-24 yaş arası her gün günlük yazmış. Hala da saklıyormuş günlüklerini. Ama şimdi okumaya bile dayanamıyormuş “yazdıklarım o kadar saçma geliyor ki, ben bu kadar aptal olamam diyorum okudukça” dedi. Bu benim de o kadar çok yaşadığım bir his ki. Mesela eskiden kendi kendime kısa öyküler ya da denemeler yazardım. Kimseye de okutmazdım. Ama birkaç hafta sonra mesela, bilgisayarda bulup okuyunca “ıyy hiç olmamış, ne saçma” deyip direkt silerdim. Aslında bunun geri dönüp “oha ne güzel yazmışım, şimdi olsa böyle yazamam” demekten daha iyi bir his olduğunu düşünüyorum. Çünkü demek ki son yazdığımdan beri gelişmişim, asla tekrar çıkamayacağım bir noktaya gelmemişim, kendimi aşmışım. Günlük de aynı mantık, geri dönüp “şimdi olsa asla bu kadar aptalca bir şey yapmam” demek bile iyi bir şey. Kendi yaptıklarına yıllar sonra bakıp aptalca bulmak kadar acı bir diğer şey de, artık hiç ya da hemen hemen hiç görüşmediği eski arkadaşlarına arada Facebook’tan, Twitter’dan falan bakıp “ben bu insanla zamanında ne paylaşmış olabilirim ki?” demek sanırım.

Burcu’dan sonra Mina ve Yeşim de blog alemine geri döndü! Dönmeleri için gaza getirmede etkim olduğu için nası mutluyum anlatamam.

Bugün ekşi’de “filmlere kişi adlarını türkçeleştirme zorunluluğu” diye bir sazan.avi girişimi vardı, başta “yapmayın abi, adamlara ilham vermeyin, dün olsa 1+1 evlerin yasaklanmasını troll girişimi sanardık, oluyo cidden böyle şeyler” dedim ama düşündükçe komik gelmeye başladı. Filmekimi’nde, İfİstanbul'da falan izlediğim bağımsız bir Fransız filminde “Muhittin, Abdülmacit, Hanife, Dürdane” falan görsem gülmekten ölürdüm heralde. Bu isimleri kesinlikle aşağılamak için söylemiyorum, belki o izlediğimiz filmlerdeki havalı gibi gelen isimler de bizim Dürdane’mize karşılık geliyordur, ama insan yadırgar haliyle. “Beni içsel yalnızlığımla baş başa bırak Abdülmacit.”

“Dexter’ı çıkar çıkmaz izlemeyeceğim, biriktirip en azından 3-4 bölüm olunca izleyeceğim” demiştim, çıkalı 5 gün oldu, hala izlemedim ve kendimle gurur duyuyorum. Hala bi spoiler’a da maruz kalmadım, çok mutluyum, çünkü ben en ufak bir spoiler da bile hayattan ve her şeyden bir anda nefret ediyorum. Ciddi ciddi sevdiğim bir dizinin, önemli bir bölümü hakkında spoiler yiyince spoiler veren kişiye benzer acıyı yaşatmak, diziyi bir daha izlememek, laptop’ı yerlere vurmak istiyorum. Kriz anı geçince “altı üstü bi dizi Cansu, yapma böyle” diyorum ama bence spoiler vermek bir insanlık suçudur, hele de dizi, film ve kitaplara haddinden fazla önem veriyorsanız. O değil de, Bruce Willis aslında ölüymüş, Darth Vader Luke'un babasıymış, bi de Bruce Wayne aslında Batman'miş.


Not: Yemeksepeti'ndeki "minimum paket tutarı" olan restaurantlara sinir oluyorum. Tamam, onlar da haklı, 10 tl'lik sipariş için benzin harcamaya değmez diye düşünüyorlar belki ama, yalnız başına yiyecek insan napsın? Belki zaten yalnız olmasa dışardan yemek söylemek zorunda kalmazdı değil mi ama? Biraz düşünceli olun...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder