7 Temmuz 2013 Pazar

İz

The Office'te 2. sezon 12. bölümde, Michael yatakta ızgara yaparken ayağını yakıyodu. Dün babam da mangal yaparken ayak başparmağını yaktığını söyledi. "allaam ne şartlar altında yemek yapılıyo burda? ne alaka ayak ve mangal?? " diye korktum tabi ama kömür düşmüş ayağına. Neyse yaraydı, yara iziydi falan diye konuşurken, kendi vücudumdaki kalıcı izleri sayıyım dedim. 3 tane var, gerçi ikisi yeni sayılır belki kalıcı değildir. Biri, sol kolumun dirsek kısmında, bu sene başında hayatımda 2. kez ütü yaparken oldu. İyi ki ilkinde olmadı, çok klişe olurdu çünkü. Diğeri, sağ kolumun dirsek kısmında, 7. sınıfta patenle kayarken hızla arkadaşımla çarpışıp yere düştüğümüz zamandan kalma. Belli belirsiz artık gerçi. Burdan çıkarılcak sonuç, bilinç altımda dirseklerimi sevmiyorum ve zarar vermeye çalışıyorum. Neyse 3. yara da sol bacağımda bir çizik, şenliğin ilk günü yerde duran faraşa çarpıp da çizdim. Kim koydu o faraşı çimlerin ortasına? Gerçi faraşa nası çarptım, cidden onla mı oldu hatırlamıyorum ama, 1,5 aydır o çizik orda, umarım geçer. Napıyım, öyle havalı havalı "Kore savaşında omzuma gelen merminin izi", "2. Dünya savaşında bacağıma saplanan şarapnel parçası" falan yok bende. Bence faraş ve ütüyle kendime zarar vererek adım adım ev hanımı oluyorum.

Faraş şu sopalı, içine çöp toplanan şey oluyo


Neyse çok alakasız bi konuya geçicem, bugün bi arkadaşıma anlattım, buraya da yazmak istedim. Okuma-yazma öğrenmemin hikayesi. Aslında bi hikayesi yok, çünkü nası öğrendiğim hala bi muamma. Şimdi, ben anasınıfına başladıktan 1-2 hafta sonra amcamlarla babaanneme gitmiştik. Mutfak camı buğuluydu, ben de cama "Babaannecim" yazdım. Sonra babaannem mutfağa gelince gösterdim "bak bunu ben yazdım diye". E inanmadı tabi, kuzenime yazdırdığımı sandı. Nası olduysa ben de işin peşini bıraktım, ısrar etmedim. O olaydan 1-2 hafta daha sonra, anneannemlerde yemek yerken, dedemin odasına gittim. Orada bi kağıda "ben yemek yemek istemiyorum" yazdım, anneme götürdüm. "Anne bak ben yazdım" dedim. Annem de inanmadı bana, o da dedeme yazdırdım sandı. Dedem "ben yazmadım, Cansu yazdı" dedi ama dedeme de inanılmadı, muhtemelen alzheimer hastası olduğu için yazıp unuttu zannedildi. Neyse bu olayın ertesi günü babam gazete okurken, okuduğu haberin başlığını okudum. Babam haberin başlığını bi yerden duydum, ezbere söylüyorum sandı. Başka bi sayfa açtı, "bunu da oku bakalım" dedi, okudum. Televizyonu açtı, alttan geçen yazıyı okumamı istedi, okudum. Kağıt kalem tutuşturdular elime, bi iki cümle yazdırdılar, yazdım. Daha ikna etmek için napabilirdim bilmiyorum. Ama işin tuhafı, kimse bana okuma yazmayı öğretmedi. Dedemle Çarkıfelek izleye izleye mi harfleri öğrendim, "Oku!" diye vahiy mi geldi, kendi kendime milleti gözlemleyerek mi öğrendim bilinmiyor. Tek kötü yanı, yazmayı kendim öğrendiğim için hala düzeltemediğim çirkin bi yazım var. "Kız yazısı" imajını tam anlamıyla ellerimle yok ettim. Gerçi yıllar geçtikçe daha okunaklı oldu, ben hep okuyodum zaten ama lisede hocalarımın çağırıp yazılı kağıdında ne yazdığımı okuyamadıklarını söyledikleri de oldu. O değil de, anasınıfında okuma-yazmayı bilen tek kişi olmanın az ekmeğini yemedim ama, egom tahmin edilemeyecek bi fazdaydı.

İnsanlara dizi/film önermeyi acayip seviyorum. Bi de mesela zamanla insanlara film önerdikçe beynimde o kişiye özel klasör açılıyo "bunu beğenmişti, bunu da beğenir" deyip beğeneceği filmleri tahmin edebiliyorum, çok güzel bişey o. Daha bugün Kaan'a boy boy dizi ve film önerdim, izledikçe feedback bekliyorum. Hı öneri yaptığım herkese şu notu ekliyorum ama "beğenirsen teşekkürleri kabul ederim, beğenmediğinden ben sorumlu değilim, ben çekmedim ki". Kendim film izleyeceğim zaman da birinin tavsiye ettiği filmleri izlemeyi seviyorum, referans önemli.

Bugün Kanaltürk'te Çemberimde Gül Oya'nın finali vardı. 2005 yılında televizyonda yayınlanırken kaçırmadan izlerdim, hatta uyuyakalmıyım diye cuma günleri eve gelince uyurdum falan. Sonra, bu kış yine oturdum baştan sona izledim. Nasıl bir coşkuyla, bağlılıkla izlediğimi en iyi Mina bilir ;) Ve kesinlikle, Türk televizyon tarihindeki ennn başarılı, en güzel, en gerçekçi, en samimi dizi olduğunu söyleyebilirim. Çağan Irmak samimi işler çekmede çok başarılı. Özellikle Ege'yi anlatan dizi ve filmlerinde kendimi evimde gibi hissediyorum. Komşum olan, akrabam olan, İzmir'deyken her gün gördüğüm insanları almış filme çekmiş gibi. Çemberimde Gül Oya'nın finalinde, Yurdanur, alzheimer hastası annesine "sen de bu ülke gibi unutmayı seçtin, değil mi anne?" diyordu. Unutmayı seçen bir ülke. Türkiye'nin yıllardır değişmeyen gerçeği.


Tam 40 gün oldu bugün Gezi Parkı Direnişi başlayalı. 40 günde hiç mi ders alınmaz? Yaralanan, ölen gençlere üzülmeyecek, eylem yapana zarar vermeyi hak olarak görecek kadar vicdanını ve insanlığını nasıl kaybeder bir insan? Ilımlı davranıp insanların kalbini kazanmak daha kolay değil mi? Zaten nasıl da unutmaya hazır bir toplumuz her şeyi. Bir zeytin dalı uzatılsaydı, o kadar can yanmasaydı. İşi inada bindirince, daha şiddetli müdahale gösterdikçe, insanların daha kalabalık, daha büyük bir bağlılıkla geldiğini görmek için 40 gün yetmez miydi? Umarım acil yardıma ihtiyacı olan hastaya yardım ettiği için gözaltına alınan doktorları, mesleği gereği insanları savunan avukatların yaka paça adliyeden alınıp sorgulandığı, bir piyanonun bile suç unsuru sayılıp günlerce alıkonduğu, bir sanatçının halk direnişinin lideri görülüp bizzat başbakan tarafından hedef gösterildiği, buna karşın birini öldüren polisin serbest bırakıldığı, daha dün elinde satırlarla İstiklal'e inen gözü dönmüş insanların ifadesi alınıp bırakıldığını hiç unutmam. Umarım birkaç günlüğüne de olsa Taksim'de komün hayatın yaşandığı, insanların birbirine yiyecek-içecek ikram ettiği, kütüphane kurup evden kitaplarını getirip koyduğu, çadırlar kurup birlikte şarkı söylediği güzel günleri, hiç tanımadığı insanı yaralanmak pahasına koruyan güzel insanları da unutmam. Özellikle son 7 yıldır, yurtdışında yaşamanın cazip gelen onlarca özelliği bir yana, Türkiye'de yaşamaktan bıkmıştım, tatile gittiğim ülkelerdeki insanları o kadar kıskanmıştım, geleceğe dair bütün planlarımı gitmek üzerine kurmuştum. Şu son 40 gün o kadar garip ki, hem bu ülkeye, bu insanlara inancım, sevgim, bağlılığım arttı; hem de artık toparlamanın gittikçe zorlaştığı, insanların bizzat devlet eliyle bölündüğü, ötekileştirildiğini gördükçe umutsuzluğum da arttı. Nasıl biter ya da biter mi bu direniş bilmiyorum ama tek isteğim, yüzlerce insanın boş yere yaralanmamış, 5 kişinin boşuna ölmüş olmaması.

3 yorum:

  1. Geçmiş olsun Yalçın amcaaaaaaaaa

    YanıtlaSil
  2. cemberimde gul oya'yi amerika'da stajdayken bastan sona izledim. haziranda olmek zor siirini actim okudum. gecen ay istiklal'de gazdan kacarken duvarda haziranda olmek zor yazdigini gordum. sonraki gun sirf fotografini cekmek icin ayni yere geri dondum.
    agustos ortasinda gidiyorum, diyorum ki nolur su direnis baglansin sonuca ben gidene kadar, aklim kalacak, canim cekecek. oyle egoistim.

    YanıtlaSil
  3. Mina'ya: Teşekkür ediyo sanaa :)

    Burcu'ya: Benim facebook'ta gezi direnişi için paylaştığım ilk şey Haziranda Ölmek Zor şiiriydi :) O değil de, Amerika'da Çemberimde Gül Oya izlemenin nası bi homesick yaşattığını tahmin edemiyorum heheh.

    YanıtlaSil